20 Aralık 2012 Perşembe

27 Defa İkiye Bölersek Nereye Varırız?


1)   80.000.000(seksen milyon)/2= 40.000.000
2)  40.000.000/2= 20.000.000
3)  20.000.000/2= 10.000.000
4)  10.000.000/2=   5.000.000
5)   5.000.000/ 2=   2.500.000
6)   2.500.000/2=    1.250.000
7)   1.250.000/2=   650.000 ( yaklaşık)
8)     650.000/2 =    325.000 (yaklaşık)
9)    325.000/2=     175.000 (yaklaşık)
10) 175.000/2=        90.000 (yaklaşık)
11)   90.000/2=         50.000 (yaklaşık)
12)   50.000/2=         25.000 (yaklaşık)
13)   25.000/2=         12.500 (yaklaşık)
14)    12.500/2=          6.800  (yaklaşık)
15)      6.800/2=          3.400
16)     3.400/2=           1.700
17)    1700/2=                900 (yaklaşık)
18)      900/2=                450
19)      450/2=                 225
20)     224/2=                 112
21)    112/2=                  56
22)      56/2=                  28
23)      28/2=                 14
24)     14/2=                    8
25)       8/2=                    4
26)       4/2=                    2
27        2/2=                     1

        Bu hesabı net olarak yapmanın bir yolu daha var bu da tersten gitmekle olur. Bir hesap makinesi alın ve 1 sayısını 27 defa 2 ile çarpın bulacağınız sayı 134.217 728 edecektir. Yukardaki 80 milyonu Türkiye'nin nüfusu var saydım. Bölmede kolaylık olsun diye de bazı sayıları yaklaşık saydım.
       Bu yazıda bir aritmetik problemi veya bilmecesi sunacak değilim. Bunu bir sosyal temeli anlatabilmek için yazdım. Toplumların tek kişiye endekslenmesi bu hesaba dayanır da ondan.
Her ikiye bölme işlemi toplumda bir farklılığa karşı getirilir. Mesela kadın / erkek.
Kürt / Türk, Esmer/beyaz (zenci demek istemedim), Okumuş/okumamış, Alevi sünni…….Bu sadece ikiye bölme işlemiyle, eğer üçe veya dörde bölmeye kalkarsanız 134 milyon insanı çok daha çabuk 1 kişiye indirebilirsiniz. Bu bölünmüşlüğü bir de birbirine düşman ederseniz. Elinizde herkese düşman olmuş bireyler yaratırsınız.
      Tabii bu bölenler bazen 2 bazen da  5 e 6 ya çıkarılabilir. Tabii Vilayet sayısına bölerseniz çok daha tez bireyselliğe ulaşırsınız. "..... Şehirden adam çıkmaz." der ya komşu şehirliler. 
      Bu ne mi demek.  İnsanları 27 ayrı fikirle donatırsanız 27 konudan sadece ikisinde bile aynı düşünen iki insan çıkmaz. İşte insanoğlunun tek başına kalmasını kimsenin kimseyle iki ortak bağının olmaması ve herkesin herkese düşmanlığı böyle sağlanır. Tıpkı birer kum tanesi gibi. Kumu bir bağlayıcı olmadan beton haline getirmek imkânsızdır.
     Bence insanın İNSANLIK adında bir beton olmasını sağlayacak tek şey insan olma bilincidir. Din bir bölendir, Irk bir bölendir, meslekler birer bölendir, cinsiyet bir bölendir, memleket, futbol kulübü ve daha yüzlerce şey birer bölendir ama bunları bölen olarak ileri sürer ve düşmanlık olarak sayarsak.
      Oysa bunları birer özellik sayıp saygı göstermek, tek ve tek şeye, insan olma ve herkesi bir insan saymaya inanmak, insanlık betonunu yaratır.
      Ne bölmeliyiz ne de bölmeye çalışanlara göz yummalıyız. 21. Yüzyılda artık bunu başarmalıyız.

29 Eylül 2012 Cumartesi

İştah Kabartan Trilyon

   AKP kongresini ve karar alınması gereken konıular için Yiğit Bulut ahkam kesiyor. Malum Yiğidim hemen pozıiyon alan ve engin(!) bilgisini ve deneyimini kafamıza vura vura ekrandan haykıran ve yan gözle de acaba iktidar yetkilileri bakıyor mu diye de ekranın köşesine kaçamak bakışlar atan, briyantinli saçlarıyla etkili ve yetkili bir ankırman.
   Ondan öğreniyoruz ki Türk halkının bir trilyon lirası varmış. Bunların bir kısmı banka mevduatı, bir kısmı devlet tahvili, bir kısmı altın ve hatırı sayılır bir bölümü de yastık altı dolarlarmış. AKP bu kongrede bunları piyasaya çekecek önlemleri mutlaka almalıymış. Bu servetler sadece menkul (taşınabilir) servetlermiş. ev, arsa bina han hamam bunlara dahil değilmiş.
   Yani demek istiyor ki ne yapın edin bu paraların harcanmasını sağlayın. Piyasalar uçsun ve ekonomi canlansınmış.
    Yiğidim bir şeyi bildiği halde söylemiyor. Türk sanayii ve ekonomisi üretim üzerine kurulmamış. İthal mallar üzerine kurulmuş. Bütün üretim araçları özelleştirildiği ve genellikle de yabancı sermayenin eline geçtiği için yapılacak harcamaların dışarıya yabancı sermayeye gidecek olması. Zaten şimdiden dış borcumuz 500 milyar doları bulmuş. Bu atıl servetler piyasaya dökülsün ve birkaç yılda Türk insanının elinde avucunda hiç bir birikim kalmasın. Ne iyi tavsiye be Yiğidim. Sanki soyadın gibi bulutların üzerinde yaşıyor olmalısın. Senin gibileri dinleyecek olanların vay haline.
     Tüketimi hızlandırılmalı, üretimi daha da düşürmeli. Dışardan zahmetsiz ve ucuz her türlü çöpe ihtiyacımız var zaten hatta hatta elektriğe doğal gaza, petrole daha da zam yapmalı yapılanlar yetmez, içerde üretilenler daha da pahalılanmalı.  Vergilere de daha zam yapılmalı, içerde üretilen daha da pahalı olsun ki ithalat daha cazip hale gelsin ve harcanmaya aday trilyon lira dışarıya daha kolay aksın.
   Sevgili ve yakışıklı Yiğit Bulut, sen hayatını kazanırken nerden pay alıyorsun acaba.
   Amaaan bana ne yahu zaten o trilyon liranın içinde benim param yok. Ama olanlara bir de olaya bu pencereden bakılsın istedim. Hoş bunu da birkaç kişiden fazlası okumayacak ya olsun....

26 Eylül 2012 Çarşamba

HASRET

    Sinema ile ilk tanışmam 1950 yılıdır. Çumra Halkevi sinema salonunda pek çok insan gibi biz de siyah beyaz sinema ile yeni bir düşler alemini keşfediyorduk. Ne heyecandı herkes için. Perdede kahramana arkadan sinsice yaklaşan düşman için tüm salondakiler hep bir ağızdan "Dikkat et arkandan geliyooor" diye avaz avaz bağrır ama kahraman bunu duymadığı için yaralanınca da "Seni o kadar uyardık ama aldırmadın...." diye de sitem edilirdi.
      Sinemanın ikinci ve daha bilinçli izlendiği yıllar (tabii benim için) Kayserideki İnci sinemasıdır. Ne hikmetse gittiğimiz her ilde bir İnci sineması olurdu. Burada 25 kuruşa Tarzan ve Baytekin filmleri izlerdik. Tarzan malum ama Baytekini bilmeyen çıkabilir. O da bir bilimkurgu kahramanı uzay fatihlerinden biriydi. Sanırım çocuk beynime bu iki kategori film iki tutkuyu yerleştirmiş olmalıdır. Seyahat ve bilim.
     Ama ne yalan söyleyeyim Tarzan filmleri bir başka etkilemişti beni ve Mehmedi. Sınıf arkadaşlarımızın ilk atlası bile yokken biz ne yapmış etmiş o zamanların en mükemmel BÜYÜK ATLAS' ını edinmiş ve Afrika hayallerine dalmıştık. Tek idealimiz ve tutkumuz dünyayı dolaşmak ve bu arada Afrikayi da karış karış dolaşmaktı. Elbette ki buna asla imkanımız olmayacaktı. Daha sonraki Üniversite yıllarında bütün kış biriktirdiğim parayla yurt içi gezilerine çıkmaya başlamıştım. Paramın son kuruşuna kadar harcadığım bu bazan bir aydan fazla süren gezilerimde eve dönene kadar zavallı annemin ve babamın beni ne kadar merak ettiklerini hiç aklıma bile getirmezdim. Günlerce süren kayboluşlarım hele hele anarşi yıllarında onları ne hale getirmiştir.
      Anne baba olana kadar bunları nedense hiç kimse aklına bile getirmez. Evlada duyulan hasret evladın hiç düşünmediği üstelik çok da kızdığı bir olgudur. Gereksiz, saçma ve sıkıcıdır. Taa ki sap ve keser dönene kadar.
      Akman kısmetini yurtdışında bulan bir mühendis. Onun çevresi ve patronları vaz geçilemeyecek bir teknik adam olarak görüyorlar ve bu bizi gururlandırıyor ama bir de işin diğer tarafı var.
     Bulgaristan, Romanya, Libya, Maldivler ve şimdi de Gana. Her gidiş en az birkaç yıl. Arada izinler için gelişler var ama yine de o oralarda. O siyahbeyaz filmlerdeki gibi güllük gülistanlık olmadığını biliyoruz dünyanın. Nitekim Libya iç savaşında beraberdik. İyi ki de berabermişiz. Düşünüyorum da biz burada olsaydık sanırım beynime kocaman bir çizik atılmıştı çoktan.
    Dün Gana'ya ayak bastı oğlum. Tüm duyularımız en tepe noktada hassas. Daha şimdiden hasretin katran karası yüreklerimizde.
    Yüreğimin bir yarısı benim çocukluk ideallerimi oğlum gerçekleştiriyor diye tebessüm ederken onun bunu nasıl algıladığını da merak etmiyor değilim. Annem hayatta olsaydı ellerinden defalarca öper ona çektirdiğim hasretler için defalarca özür dilerdim. Üstelik sert ve bizim yaptığımız her şeyin sorumlusu olarak annemi gören babamın verdiği rahatsızlık için de ayrıca helallik isterdim.
   

11 Eylül 2012 Salı

Karun Hazinesini Keşke getirmeseydik.

      Aizanoi, antik kentini gezmeden önce, önceki blogumda yazdığım gibi Uşak şehrini şöyle bir harmanlamıştık. Kentin eski mahallelerini dolaşıp fotoğrafladıktan sonra Dünyaca ünlü, belki de en ünlü olan Karun hazinesini görmek için Uşak Müzesi'ne yollandık. Şehrin hemen ortasında ulaşılması çok kolay, şirin ve küçük bir müze ama söylendiğine göre dünyanın en çelişkili müzesi. Neden mi?
    İçeriye girer girmez hemen iki görevli yerlerinden fırlayıp bizi büyük bir nezaket ve ilgiyle karşıladılar. Hani müzenin kapısında ÜCRETSİZDİR yazmasa ve zaten yaşımızdan dolayı ücretsiz gezebileceğimizi bilmesek o günün bütün masrafını bize ödetmeye çalışan boğazdaki balık lokantasının garsonları sanacağız. Ama hiç de öyle değil. Gerçekten iyi yetiştirilmiş ve işlerini, çok iyi yapan korumalar. (kendileri söyledi)
      Bize ayrıntılı bir şekilde bilgi veriyor ve fotoğraf çekmemize (flaş kullanmamak kaydı ile) yardımcı oluyorlardı.
      Gerçi biz 1980 li yıllardan beri(belki daha eski) verilen müthiş hukuk mücadelesini gazetelerden okumuş ve çok meraklanmıştık. Hani paramız olsa "nasıl olsa onları vermezler şöyle bir uçağa atlayıp Newyork Metropolitan Müzesine bir uzanalım da şu hazineyi dünya gözüyle bir görelim" diyecek nokdayız. Neyse gazeteler yazdı, "nihayet hazine Türkiyede" diye de biz de rehavete erdik.
      Sonra birkaç zaman daha müze ve Karun hazinesi gündeme geldi de hafızamız ve merakımız tazelendi. Acele etmeye gerek yoktu artık. Orada bir müze var uzakta (Uşaklılar için yakında) gitmesek de görmesek de o bizim müzemizdir demişken artık bu yıl karar verildi....
     450 parça olduğu söylenen hazinenin 300 parçası sergileniyor. Sizlerle bunlardan çok azının fotoğrafını paylaşacağım.

     Türkiye Özgen Acar sayesinde 1960 lı yıllarda Uşak -Güre yakınlarındaki tümülüsten çıkarılan ve 160 bin lira gibi bir fiyata Metropolitana kaçırılan bu eserlerden haberdar oluyor. Başlatılan hukuk savaşı için bu eserleri çıkaran köylülerden biri iki defa ABD ye götürülüyor ama yapılan teşhise rağmen bunu ispat saymıyorlar. Sonunda bir tesadüf oluyor ve Karun'un lahit kapağını bizim uzmanlardan biri açıyor. Bir de ne görsün. Sarsıntıdan zarar görmesin diye kapakla lahit arasına satıldığı günkü Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin sayfaları yerleştirilmemiş mi. Mahkeme heyeti bunu delil kabul ediyor ve işte o zaman Metropolitan davadan çekileceğini ve eserleri iade edeceğini söylüyor. Ne de olsa akıllı adamlar. Hem eserleri hem de hukukun masraflarını karşılamak yerine eserleri veriyorlar. Türk hükumeti bazı kaynaklara göre hazineyi alana kadar 42 milyon dolar harcadı.
  Gelin görün ki bu güne kadar kayıtlara geçmiş yabancı ziyaretçi 750 dolayında. Yerli ziyaretçi sayısı (okulların zorunlu gezilerini saymazsak) o da o kadar. Uşaklılar da bu enfes hazineye ne yazık ki ilgi göstermiyormuş. İnsanın keşke gelmeseydi de hiç değilse orada seyredilseydi 42 milyon dolar ve bir o kadar emek ve strese girilmeseydi. diyesi geliyor.
     Son çelişki ise daha da trajikomik. O gün, müzeye komşu bir evde sanırım bir cenaze vardır. Gelenekler göre de binanın önünde ölenin hayrına gelene geçene pilav üstü kavurma ve ayran dağıtılmaktadır. Müze müdürü bu fırsatı değerlendirir ve adamlarına "Haydi siz de gidin hayır pilavından yiyin ben buradayım" der ve daha önce nasıl dışarı çıkarıp sahtesini yaptırdığını bilmediğimiz Kanatlı at objesini aslı ile değiştirir. Ancak nöbeti devralan koruma ilginç bir şekilde eserin sahtesi ile değiştirildiğini anlayarak savcılığa bildirir. Olayın gerçekleştirildiği anlaşılır ve müdür 6.5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Asla konuşmaz ve Kanatlı Deniz atı heykelciğinin ne olduğunu söylemez. Şu anda müzede sergilenen imitasyonudur. Gerçi o da saf altın ama kopya)



İşte hazinenin en değerli parçalarından biri. Uğrunda bir mesleğin feda edildiği 6.5 yıl yatmayı göze aldıracak kadar iştah kabartan, göz döndüren parça. Neredeyse orijinal büyüklüğü gördüğünüz kadar, belki daha küçük. Fondaki kumaşın dokusu bu konuda bir fikir verebilir.


 Bu da kenarlarına sıkıştırılan Türk gazetelerinin şahitliği ile bizin olduğunu ispatlayan kapağın bir parçası

  İşte böyle sevgili izleyenlerim siz karar verin. Ben "Karun Hazinesini keşke getirmeseydik "diyorum

9 Eylül 2012 Pazar

Çavdarhisar Aizonia antik Zeus tapınağı

    Bir önceki bloğumda (çeşme cinayeti) başlığı ile yazdığım kırgınlık ve kızgınlık dolu yazımdan sonra Aizanoi  Antiz Zeus tapınağını anlatmak istiyorum.   Önceki blogumda "2000 yıldır akan" dediğim çeşmenin suyu meğer M:Ö: 3000 yılından beri yani 5000 yıldan beri akıyormuş. 2000 yıl da bundan birkaç yıl öncesine kadar aynı taşların içinden akarken modernize edilmiş. Daha önce yaptığım yanlışlıktan dolayı özür dilemeliyim, üstelik bu suyun bir perisi de varken.
    Tapınaklar hangi tanrı veya tanrıçaya adanmışsa onun adını taşır. Apollon, Artemis... gibi. Zeus tapınaklarından ayakta kalmış ve en iyi durumda olanı 2000 yıl kadar önce burada yapılmış olanı imiş. Antik Yunan ve Roma eserleri ne yazık ki Ege ve İyonyanın iki büyük düşmanı tarafından harabeye çevrilmiştir. bunlardan biri Depremler, diğeri de Tarih bilincinden yoksun insanlardır.
                                                                                       
   Bu Zeus mabedinin iki önemli özelliği olduğundan bahsedilmektedir. Birincisi yukarda da söylediğimiz gibi ayakta kalmış en iyi durumdaki Zeus mabedi oluşu, diğeri de "HADES" e açıldığına inanılan mahzenidir. bu özelliği ile tek olduğu söyleniyor. Antik Yunan ve Roma dinlerinde kâhin rahipler çok önemsenir ve insan kaderini "hatta kralların kaderini" değiştirebileceklerine inanılırdı. Rahipler de bu özelliklerini çok büyük paralar karşılığı kullanırlardı. Bunun için de mabetlerin altındaki dehlizlerden Hadese giden bir yol olduğuna

herkesi inandırmışlardı. Kaderi çizilecek olan kişi veya cennete gönderilecek ceset buraya konur ve çeşitli hilelerle (uyuşturucu, hipnoz ve daha başka yöntemlerle) insanlar buna inandırılırdı. İşte Aizanoi mabedindeki Hadese gidecek yolun bulunduğu mahzen dünyada ayakta kalmış olan tek mahzendir.
 Gerek bu mahzenin, gerekse tapınağın tamamının taş işçiliği, yapıldığı dönem göz önüne alındığında muhteşemdir. Hiç harç kullanılmadan yapılan ve tüm mabedi binlerce yıldır taşıyan tonoz yapı dün yapılmış kadar sağlam ve güven vericidir. Bunca depreme ve muhtemelen bazı dönemlerde evlerin yapımında kullanılmak üzere sökülen taşlara rağmen yapı son derece etkileyicidir. Devasa sütunlar yine devasa kirişleri taşımaya hala devam etmektedir. Gerçi bazı restorasyon çalışmalarında beton kulanılmışsa da bunu anlayışla karşılamak gerekir mi gerekmez mi buna karar vermek güç.
     Böye yapıların günümüze kadar dayanabilmiş olması aklımıza şu soruyu getiriyor. Günümüzde yapılan en muhteşem çağdaş yapılar acaba ne kadar
süre ayakta kalmayı başaracak? 70 yıla yakın yaşamımde nice yapıların yapıldığını ve 20-30 yıl sonra yerinde yeller estiğini görmüş olmak bana sanki bu konuda tarihe fazla bir şey bırakamayacağız gibi geliyor.
     Yık iki katlı binayı yerine yap sekiz katlıyı, yık onu yap 40 katlıyı, yık onuı yap ötekini derken bir tek şeye dua edeceğiz fotoğraf sanatına, zira eskinin tek belgesi o kalacak.
     Bir ayrıntıda sütun başının üzerinde 2000 yıl önce yan yana getirilmiş ve bir o kadar daha kalmasını dilediğim kirişlerin durumunu görünüz.
 Yolu biraz uzun da olsa buraya yine de gitmeye değer. Aslında yapılmakta olan kazılarla kentin daha çıkarılacak çok şeyi varken  Zeus mabedini gezmek sadece 3 tl. yanlış anlamadınız sadece üç lira eğer 20 tl ye bir müze kartınız varsa her yere girişte bu geçerli. Benim gibi 65 yaş üstü iseniz tamamen ücretsiz. Müze kart da gerekmiyor. Şaştığım şey her gittiğimiz müze ve ören yerinde sadece biz ve görevliler oluyor. Biz gidince de sadece onlar kalıyor. Benim halkım neden buraları görmeye gitmez anlayamıyorum. Acaba bu güne kadar yaptıkları arkeoloji katliamından duydukları rahatsızlıktan mı?
   Sebep her ne ise önemli de değil bu sanırım uzun bir süreç gerektiriyor. Bundan sonraki blogumda Karun hazinesini yazacağım. O zaman isterseniz ağlayabilirsiniz de.
    Burada antik eserlerle poz vermeyi pek sevmiyorum ama yapının ölçüleri hakkında insan bedeni önemli bir kıyas ögesi olduğu için bu resmi çektik.
    Buradaki taş işçiliği aslında erken Helenistik ve Roma dönemini yansıttığı için zarafetten ziyade işlevsellik ve ihtişam düşünülerek yapılmış olmalıdır.
 Heykel ve kabartmalar çok ince sanat eserleri olmamakla beraber oldukça etkileyici. Soldaki nişin ne maksatla yapıldığını bilmemekle birlikte ilginç bulduğumu söylemeliyim.

Yukarda görünen yarım dairesel yapı dünyada bilinen ilk borsa imiş.
 O zamanın dünya ticaret merkezi. Aizanoi karadan ve denizden gelen ticaret kervanlarının buluştuğu bir merkezmiş. Kervan sahiplerei ile tacirler burada bir araya gelir ve mallarını burada belirledikleri takas bedelleri ile değiş tokuş yaparlarmış.  
    Aizanoi 7. yüzyılda önemini kaybetmeye başlamış. Artık yaşlı ve yeni yetme şehirlerin karşısında cazibeden uzak yaşlı bir kentmiş. Tıpkı yaşlanıp elden ayaktan düşmeye başlamış bir insan gibi. Gençler daha yeni daha cazip ve daha hareketli yerleri seçerek kayıplara karışmışlar. Şehir de son kalan yaşlıları ile birlikte ruhunu yitirmiş. Kocaman ve muhteşem bir taş yığını olarak asırlara sessizce meydan okuyarak bu güne kadar gelmiş.

 Bir gün biri 5000 yıldır akan 2000 yıldır aynı taştan dökülen çeşmeyi belki de kendi hayratıymış gibi yutturmaya kalkarak soldaki yepyeni ama bir tarih cinayeti olan çeşmeyi yaptırmış.
    Aznoi'nin 2000 yıllık yaşamından günümüze yaptığımız aşama, aşırma bir çeşme ve hemen bunun karşısında insanların nasıl olup da yaşayabildiğini düşünmeden edemeyeceğiniz yaşam alanı.

    Çavdarhisar haritada kolayca bulabileceğiniz bir yer adı. içinde durmasanız da lokantasında yemek yemeseniz de bence AİZANOİ si ile ünlenen bir yer. haritada orayı bulun ve biraz da zahmet ederek görün diyebileceğim bir harika.
  Umarım yararlı olmuştur. Sevgiler sunuyorum.
    

3 Eylül 2012 Pazartesi

Çeşme Cinayeti

     Yanılmıyorsam 2002 yılıydı. Bir görev gezisindeydik. İç Egede günlerce dolaşacak, mesleğimizle ilgili araştırmalar yapacaktık. Kütahya'nın Emet ilçesine gitmek için ara yollarda dolaşıp duruyorduk. Birden bir kalabalığın önümüzdeki otobüslerden inerek sağdaki antik Roma tapınağına doğru akmaya başladığını gördük. Hemen aracımızı durdurarak biz de burayı görmeye karar verdik. Güzergahımızı incelememiş olduğum için burası hakkında hiç bir fikrim olmamıştı ama çok güzeldi. Uzun gezimiz sırasında yanıma aldığım bol miktardaki filmleri ne yazık ki cömertçe harcamış olduğumdan sadece bir iki kare çekebilecektim. buna fena halde üzülmüş ama buraya mutlaka bir daha gelmeye ve doyasıya fotoğraf çekmeye karar vermiştim.
     Buradaki görkemli Zeus mabedinin iki özelliği olduğunu söylemişlerdi. Birincisi dünyadaki sayılı bütünlüğünü koruyan iki mabetten biri oluşuydu ki bu unvanını Gediz depremi ile kaybetmişti. İkinci özelliği de aslında her mabette bulunması gereken ama günümüze hemen hemen hiç birinin taşıyamadığı HADES (cehennem) katının hala var olmasıydı. İnanışa göre bu tapınakların mahzeni HADES e açılırdı. O zamanın kâhinleri veya rahipleri müşterilerini buraya indirir ve Kerberosa verecekleri rüşvetle yeraltı nehrinden kazasız belasız geçirerek cennete ulaştırırlarmış. (daha geniş bilgi için mitoloji kitaplarına bakılmalıdır.) İşte bu mahzen yerli yerinde duruyordu ve arkadaşlarımla buraya inmiştik.
     Zamanımız çok dardı ve esas Aizanoi ye göz atma imkanımız yoktu. Oradaki görevliye "yakınlarda başka enteresan bir şey varmı?" diye sorduğumda tapınağın güneydoğusunda dünyanın ilk borsasının ve hemen yanıbaşında da 2000 yıldan daha uzun bir süredir hiç kesilmeden akan Roma Çeşmesi'nin olduğunu söyledi. Hemen alelacele oraya koştum. Makinemdeki son filmi tapınakta çekmiştim o yüzden sadece birkaç yudum su içip yüzümü ve ellerimi bu ikibin yıllık çeşmenin suyunda yıkadım. Çeşme büyük ölçüde hoyrat eller tarafından hırpalanmıştı ama taşları ve yalağı, tapınağın malzemeleri ile aynıydı. Aynı taşlar ve aynı işlemelerin kalıntıları.
     Kendi kendime buraya tekrar gelmeye söz vererek ayrıldım. Burası aklımdan hiç çıkmayacaktı.
     2007 yılında tatil dönüşü yolumuzu değiştirerek Denizli üzerinden(İzmirden) planlayarak yola çıktık. Bu defa da Uşak yolunu kaçırdığımız için kısmet olmadı ama bu sene planı sağlam yaptım. Uşakta bir gece kalarak Sabah yola çıktık. Uzun ve zahmetli bir yolculukla Çavdarhisara geldik. Artık makinem digitaldi ve istediğim kadar fotoğraf çekebiliyordum.
    Eşime ve baldızıma hem burayı anlatıyor hem de deklanşöre basıyordum, genel, özel, ayrıntı nasıl istersem.
    Son sürprizim Tarihin ilk borsa yeri ve yanındaki ikibin yıllık çeşmeydi. Oradan da kazı alanına geçecek ve Anfi stadyumu görecektik.
    Çeşmeye vardık ve ınınınııııın karşımızda işlenmiş koskoca bir ÇEŞME CİNAYETİ: hangi ahmak, hangi cahil, hangi izandan yoksun kişi buraya el atmıştı ve yine aynı sıfatlara sahip kim buna izin vermişti. Şaşırdım kaldım. O kadar bozulmuştum ki                neredeyse fotoğraf çekmeden dönecektim. Hemen arabamıza atlayarak Aizanoi ye buruk bir veda ile ziyareti yarıda keserek evimizin yolunu tuttuk. En az iki saat ağzımı bıçak açmamıştı. En az benim kadar üzgün olan eşim sonunda sevinecek bir şey buldu. "Vuralcığım hiç değilse suyu kesip başka bir yere tahsis etmek akıllarına gelmemiş. İkibin yıldan sonra da akmaya devam ediyor işte" Dehşetle eşime baktım. "Aman bir daha bunu söyleme ve eşşeğin aklına karpuz kabuğu gelmesin." diyebildim. Haklıydı.
   
      

17 Ağustos 2012 Cuma

Saat Durunca Tarih de Duruyor mu

      Yıl 1979. Artık hayatın tadı bayağı kaçmıştı. Sürekli gerginlik, sürekli bir serseri kurşuna hedef olma kaygısı. O tarihlerde sanayiciyiz ve çelişki bu ya, üstelik solcuyuz. Sürekli tehditle, şu adamı at, şu adamı al. imza TTK. (bunun ne olduğunu o zamanlar bilmeyen yoktu) yavaş yavaş kanıksamaya başlıyoruz. Boşveriyoruz artık, ama insanların eşleri öyle mi. Sabahları evden çıkmadan önce eşim sokağı iyice tarassut ettikten sonra gitmemize izin veriyor. 12 Eylül 1980 gününe kadar bu böyle sürdü. İstisnasız herkes bir güçlü ve kararlı el bekliyordu. Hatta espriler yapılıyordu. "Bir gün radyolar ve TV hayret sayın dinleyiciler (sayın seyirciler) bu gün hiç kimse öldürülmedi" dese çok şaşıracaktık.
         Evet 13 Eylül haberlerinde hiç kimse ölmemişti, ama yine de DARBE ye karşıydık.
         1982 Anayasa Referandumuna gelindiğinde sol tamamen, sağ kısmen temizlenmiş dincilerin önü açılmıştı. Ama bunu görmek kimsenin umurunda değildi. Can güvenliği artık sağlanmıştı ya gerisi boş. Sıralamadaki en güçlü içgüdünün ihtiyacı buydu.
        Floryada zar gibi ince içi görünen zarfa eşim ve ben red oyunu kullandığımızda rahmetli muhtar Cafer ağa çok bozulmuş ve kayın pederime (senin damat yaramaz adam red oyu kullandı) diye de kararını vermişti.
        O gün %90 üzerinde evet oyuyla Evren anayasası kabul edilmiş ve millet bayram etmişti. Aslında üzerimizdeki baskı kalktığı için bizim hane de memnundu.
        Köprülerin altından 30 yıl gürül gürül akan sular çok şeyi değiştirdi. Kendilerine altın tabaklarla ulaşılacak yollar açılan kimseler, o tabaklara hem erişti hem de sonsuza kadar sahip olma ihtimaline kavuştu. Artık geçmişle bağların koparılması ve kimseye minnet borcunun kalmaması gerek.
       Çok uzun yıllar önce bir karikatür görmüştüm. Demek ki beynime kazınmış. Müthiş bir kalabalık bir politikacıyı eller üzerinde güle oynaya taşıyor. Herkes, politikacı da, hayatından son derece memnun ve gülüyorlar.  İkinci karede kalabalık bir uçurumun kenarına geliyor ve politikacıyı uçuruma atıveriyor. Son böyledir, artisti, şarkıcıyı, yazarı, politikacıyı, askeri kalabalıklar önce ellerinin üzerinde taşır ve sonra da uçurumdan atıverir.
       Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya bunlardan sadece ikisi.
      Kim bilir belki de tarih artık tekerrür etmiyordur. Durdur saati zaman da dursun tarih de...
     

16 Ağustos 2012 Perşembe

KUBBELERİN SIRRI


Özellikle kalabalıkların toplandığı Cami, Sinegog gibi Ortadoğu anıtsal yapılarında kubbeli yapılar kullanılmıştır. Bu günden bakıldığında bunun bir mimari simge olduğu söylenebilir.  kubbe= sinagog, kubbe= Kilise, Kubbe= cami, gibi düşünülebilir.
Oysa kubbeli yapılar 9. yüzyıl dolaylarında bulunmuş muhteşem bir klima sisteminin gereğinden başka bir şey değildir. Yalnız dini yapılar değil bazı saraylar da kubbeli yapılmıştır
Daha sonra Hıristiyan dünyasına da bir model olarak girmiş ve dini yapıların ufak tefek farklılıkları olarak tescillenmiştir.

Urfa ve Mardin evleri içten kubbeli dıştan düzdür. İç kubbe ile dışarıdaki düz kısım arasında kalın bir toprak tabakası ile izolasyon sağlanır. Damdaki düzlük ise geceleri kullanılan bir ikincil mekân olarak işlevlendirilir.
Bu evlerin eyvanlarında güneye bakan 50X50 kadar bir açık pencere, boşluk bulundurulur. Bu boşluğun hemen üstündeki taş, yapıyı oluşturan yonu taşlarının aksine siyah bazalttan yapılır. Bunun tam işlevi genellikle bilinmez. Bir âdet, bir uğur gibi yorumlanır. Oysa gerçek başkadır. Bu taş güneyden vuran güneş ışığı ile süratle ısınır. Elle dokunulduğunda yonu taşı ile bu bazalt taşın ne kadar farklı ısındığını anlamak mümkündür.
Bu ısınma, temas eden havayı süratle ısıtır ve yukarıya doğru hareket etmesini sağlar. Yükselen havanın oluşturduğu alçak basıncın boşalttığı yere eyvanın içindeki daha serin hava akmaya başlar. Böylece en sıcak günlerde bile eyvanlarda bir hava akımı oluşarak insanların rahatlamasını sağlar.
Sıcak ülkelerde eski ustalar basit tabiat kanunlarından azami şekilde yararlanmanın yollarını bulmuşlardır. İşte küresel kubbelerin icat edilmesi de böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur.
Kubbe güneşin doğuşundan batışına kadar neredeyse her saat eşit miktarda güneş enerjisi alır. Düz bir yüzey, güneşin doğuşunda ve batışında en az, tam tepede olduğu öğle saatlerinde ise en fazla güneş ışığını alır. Yani gün içinde değişken bir dağılımdadır. Düz bir damın altında sıcak bir ülkede yaşamak oldukça zordur.
Dini yapılarda (ki hemen tüm dinler Ortadoğu’dan yayılmıştır) büyük kalabalıkları, çok sıcak günlerde tutmak nerede ise imkânsızdır. Bunun için bu mekânların serinletilmesi gerekir. İşte eski ustalar burada güneşin enerjisinden en iyi şekilde yararlanmayı keşfetmişlerdir. Bu nasıl olacaktır.
Güneşin doğuşu ile birlikte kubbe hemen ısınmaya başlar. Kubbenin altındaki hava hızla ısınır. Çatının tam tepesindeki veya alt kısımlarındaki açılıp kapanabilen bacalar veya pencerelerden bu ısınıp genişleyen hava hızla atmosfere atılır. Bunun yerine yapının kapılarından ve alt pencerelerinden içeriye giren hava bir akımı yaratır ve bu da insanların serinlemesini sağlar.
En elverişli kubbe soğan kubbe de denen tam küreye en yakın kubbedir. Kubbeli bir yapının serin kuzey ülkelerinde bu işlevi görmesi sıcak ülkelere göre daha azdır.
Harran evleri incelendiğinde kubbeli yapıların nasıl bir işlevi olduğunu anlamak daha kolaylaşır.
Harran evleri konik yapıdadır ve güneşin hareketi ile daima aynı miktarda güneş ışığı alır. Bu duvarlara temas eden hava ısınarak yükselir. Koninin en dar olan tepesinde bir delik bırakılmıştır. Bu delik geceleri, yağışlar sırasında ve kışın kapatılarak hava akımının önüne geçilir.
Harran evleri o yüzden belki de yaşam koşullarının doğal olarak en iyi şekilde elde edildiği evlerdendir.
Kare kesitli yapılar günün değişik saatlerinde farklı yönlerden farklı şekilde güneş ışığına maruz kalırlar,  bu tip binalarda ısının kontrolü oldukça zor ve değişik önlemleri gerektirir.
Günümüzde modern yöntemlerle, vantilatör, klima ve benzeri elektrikli cihazların bulunması ile kubbe ile sağlanan doğal işlev yerini bu aletlere bırakmıştır. Ancak simgesel işlevi dinler var oldukça var olmaya devam edecek ve kubbeli yapılar işlevsellikten uzak birer mimari tarzı olarak yaşamaya devam edecektir.

Pek çok pratik buluşun zaman içinde işlevselliği unutulmuş ve kendilerine yüklenen simgesel değerler öne çıkmışdır. Kubbe bunlardan sadece biridir ve neredeyse sihirli bir model olarak yaşamaya bu şekilde devam edecektir.


15 Ağustos 2012 Çarşamba

Geyik Muhabbeti

           Nefes nefese arkadaşlarının dinlendiği yere geldi. Allak bullak olmuş bir vaziyetteydi. Sohbetlerini kesen arkadaşları ona merak ve endişeyle bakıyorlardı. Heyecanının geçmesini bir süre bekledikten sonra hepsi birden.
           "Neler oldu? Ne bu halın? arkadaşın nerde" diye soru sağanağını ona yönelttiler. Şimdi merakla onun söze başlamasını bekliyorlardı.
           "Etrafı dolaşıp bu karda sığınabileceğimiz kuytu bir yer arıyorduk. Daha çabuk uygun bir yer bulabilmek için birbirimizden ayrılmıştık. Sonra sesler duyarak geri döndüm. Çalıların arasından dikkatle etrafı gözleyerek ilerledim. Arkadaşımı iki kişinin yakalamış olduğunu gördüm. Dehşete kapılmıştım. Bir an ileri atılıp onları şaşırtıp kurtarmayı deneyecektim ki adamlardan biri  bıçağını arkadaşımızın boğazına daldırdırıverdi. Bir anda elim ayağım kesilmiş bu dehşet anından donup kalmıştım. Adamlar bu cinayetten öyle mutluydular ki şaşırıp kalmıştım. "Kim bilir belki onlara bir kötülük yapmış küfür falan etmiştir diye düşündüm." ama bilirsiniz o hiç küfür bilmezdi. Gözlemeye devam ettim.
           Adamlar öylesine keyifli ve zalimdiler ki şaşar kalırsınız. Arkadaşımın kanı daha akmaya devam ederken derisini yüzmeye ve iç organlarını dışarıya çıkarmaya başlamışlardı bile.
          Bu işin uzun süreceğini, zamandan kazanmak için birinin ateş yakması gerektiğini konuşuyorlardı. Sonunda biri etraftan dalları kırmaya ve ateş yakmaya girişti. Bu normaldi onlar da ben de çok üşüyorduk. ama benim ateş yakma şansın yoktu. Gözetlemeye devam ettim. Arkadaşımın kaba etlerinden kocaman bir parça kesip onu doğramaya başladı adam. Diğeri ateşi iyice harlandırmıştı. Derken etleri közlerin üzerine yerleştirmeye başladı.
           Böyle zalimlik görmedim. Arkadaşımızın eti bir yandan pişerken kokusu burnuma geliyordu. Bir taraftan pişen etleri atıştırıyor bir taraftan da cesedi parçalamaya devam ediyorlardı. Biri çantasından birkaç naylon torba çıkardı. Parçaladıkları cesedi torbalara dolduruyor ve iki eşit parçaya ayırmaya özen gösteriyorlardı.
           Tam işlerini bitirmek üzereydiler ki karanlığın içinden elinde kocaman bir silahla üniformalı birisi belirdi. Çok ama çok sevinmiştim. Şimdi onları yakalayacak ve bu cinayetin hesabını soracaktı.
          "Hayrola ne yapıyorsunuz burda yine mi birini öldürdünüz?" diye sordu. Kaatiller hiç istiflerini bozmadan,
          "Evet şansımız yaver gitti kerata kendi ayağıyla buraya geldi" diye cevapladı soruyu. Sonra da "Aç mısın sana da birkaç parça ikram edebiliriz." dedi.
          Üniformalı adamı tanımıştım Orman kurucusuydu. Ama neden onları yakalamıyordu ki.
          Sonra korucu konuştu. "Onlar tek gezmezler birkaçı daha buralardadır. İzlerini ararsak onları kıstırabiliriz" Deyince bütün ümitlerim kırıldı. Çok büyük tehlikedeyiz hemen savuşalım."
         Grup hemen toparlandı oradan uzaklaşırlarken biri başını sallayarak düş kırıklığı ile konuştu.
         "Bu orman korucusu bize yem taşımak ve kışın hayatta kalmamızı sağlamak için maaş alan değil mi? şimdi biz kime güvenecek ve nereye sığınacağız. Nedir bu geyiklerin insan oğlundan çektiği." Diyerek korku ve endişeyle insanların bölgesinden çıkarak daha güvenli olan kurtların bölgesine doğru karanlığın içinde kayboldular.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

KELAYNAK SOYKIRIMI

        Yıl 1962 Babamın görevi nedeniyle Birecik'teyiz. Enteresan bir yer. Şehir Fıratın doğusunda kurulmuş ve nehirle bembeyaz bir duvar gibi yükselen kaya yamacın arasındaki birkaçyüz metrelik dar alanda taştan evler.
        Bu kaya yamacı da yüzlerce, belkide binlerce Kelaynağın yuvalarıyla dolu. Üreme mevsimi gelince tıpkı Birecik'lilerin evlerinden Fırat kenarındaki kabyelere göçü gibi onlar da Afrikanın biryerlerinden buralara göçüp ürüyorlar. Bu yüzyıllardır böyleymiş.
       Geçenlerde TRT Belgesel kanalında bir bilim adamı keleynakları nasıl kurtardıklarını anlatıyor ve bunların yok oluş sebebini de izah ediyor. "Tarım ilaçlarının kullanımı sonucu yedikleri börtü böcek ve tohumlar nedeniyle yok olmanın eşiğine gelmişler...."
      Tamamen yanlış ve tamamen atmasyon bir teori bu. Yani şimdiki çifçiler artık tarım ilacı kullanmıyor da onıun için mi kelaynaklar artmaya başladı. Ya da şimdiki nesiller bu ilaçlara bağışıklık mı kazandı ki artabiliyorlar. Hayır hayır kelaynakların soykırımının sebebi o değil, Hemen açıklıyorum.
      Birecik'te o yıllarda Mahmut diye bir çocuk vardı 16-17 yaşlarındaydı sanırım. Bu çocuk o yılların en haşarı birkaç çocuğun da lideriydi. Her taşın altından onlar çıkardı. Birecikliler bilir ve çok iyi tanır Mahmudu. Çok becerikliydi ve bir hüneri de sinemada önündeki üç sıraya kadar iki dişinin arasından aynen bir su tabancasından fırlatılan su gibi (o tarihlerde su tabancası daha icat edilmemişti sanırım) tükürük fışkırtarak istediği enseyi ıslatmasıyla ünlüydü. Tabii bu ününü bilmeyenleri hedef seçerdi. sonunda bir gün yanlış bir hedefi ıslatınca eşek sudan gelene kadar ıslatılmış ve bu hünerini yerdeki sigara izmaritlerini, kedilerin iki kaşının arasını falan ıslatarak geliştirmeye devam etmişti.
        Mahmut arka cebinde çok kaliteli kauçuktan yapılma ve çatalı vurduğu avların kanı sürülerek renklendirilmiş bir sapanla dolaşırdı. En büyük tutkusu KELAYNAK vurmaktı. Onun ne kadar iyi bir nişancı olduğunu havaya atılan erik, kaysı veya taşları nasıl vurduğunu gördüğüm için iyi biliyorum. O kategoride bir federasyon olsa olimpiyatlara gitmesi garantiydi.
        Mahmut avanesiyle her gün o şehrin yaslandığı duvarda pusu kurar ve ne yapar eder günde en az on tane, evet yanlış duymadınız en az on tane kelaynak vurur ve bir o kadarı için de avanesini teşvik ederdi. Adı ZALİM AVCI ya çıkmıştı ve o bu yakıştırmadan büyük gurur duyardı. Kimse de ne onun neden bu hayvanları vurduğunu bilmezdi sorgulamazdı da. Bu kuşlar ne yenir ne de başka bir işe yarardı. Söylenen o ki bu hayvanlar onca Birecikliden hiç çekinmez ama Mahmut ve avanesini görür görmez hemen havalanırlarmış. Ama Mahmut bu, bir keleynak, taşının erişeceği yerde ise yapacak birşeyi yoktur. 
         Kelaynak sayısı iyice tükenmeye yüz tuttuğu için artık vurmak da zorlaşır ve 10 - 12 çift kalır. 1970 li yıllarda bir kuş bilimci kelaynakların izini Bireciğe kadar sürer ve durumun vahametini kavrar. Adı UDO- HIRSH olan bu zat Bireciklileri aydınlatır ama kuş sayısı o kadar azalmıştır ki yeniden üremeleri için çok gayret, emek ve para harcanması gerektiğini dünyaya duyurur, fonlar kurulur ve bu çalışmalar hala sürmektedir. Mahmut ve avanesinin bu gözü dönmüşçesine yaptığı katliamın kabahati ustaca tarım ilaçlarına yıkılır.  Yine de iyi adammış Udo ki Mahmudu bu işin sorumlusu diye açıklamamış işte şimdi ben açıklıyorum. Kelaynaklara soykırım yapan Birecikli Mahmuttur.
        Nişancılık, avcılık, savunmasız hayvanları vurmak benim aklımı uzun zamandır almıyor. Tabii bu uzun zaman son vurduğum kuşun yaralanıp da yanına gittiğimde yüzüme ağlamaklı bir şekilde uzun uzun bakmasından bu yanadır. O kuşu hayata döndürmek için çok çalıştım ve bir daha da avcılığı aklım hiç almadı.


18 Nisan 2012 Çarşamba

Topraklarımızdaki Afrodisyas'ın Gizemi

     Yıl 2002.Bir görev gezisinde Aydın- Denizli arasını ana yol yerine tali bir yoldan gitmemizi meslekdaşım ve yol arkadaşım Faruk Şakir Özay önerdi. Daha önce Denizli bölgesinde görev yaptığı için buraları iyi biliyor ve meraklarımı da bildiği için bir sürpriz hazırlıyor.
Şehrin önemli kişilerinden birinin eşi

    Bizi getirdiği yeri görünce ne kadar sevindiğimi ben biliyorum. Ancak ne yazık ki oldukça geç olmuş ve müze kapanmıştı. Görevliler yine de bizi kırmadılar ve hava kararana kadar- ki neredeyse güneş batmıştı- dolaşmamıza izin verdiler. Bu muhteşem yeri tam anlamı ile dolaşamamak beni oldukça yaralamıştı. ve buraya bir daha mutlaka gelmeliydim.
Taç kapı ve Prof. Dr. Kenan Erim'in mezarı
    2007 Ege tatilinden Denizli üzerinden dönmeye karar verdik. Nazillinin ünlü et lokantalarından birinde 41 derecelik hava sıcaklığında öğle yemeğimizi yedikten sonra Nazilliden Karacasu Geyre yolundan Afrodisyasa vardık. Hava hala çok sıcaktı. Ben de sıcağı fazla sevmem ama söz konusu fotoğraf çekmek olunca işim bitene kadar ne sıcağın ne de soğuğun farkına bile varmam da sonra serilir kalırım.  Hemen daldık antik kente. Handanla Tülin de kendilerini kaptırmışlar ve bir süreliğine sıcağı algılamamışlardı, taa ki büyük ceviz ağacının altına gelene kadar.    Onlar orada pes ettiler. Ben devam ederek turumu ve çekimimi tamamlayarak yanlarına geldiğimde sıcak havanın bizi ne denli tüketmiş olduğunu anlamıştım. Birkaç yüz metre daha gitmek ve büfeye erişmek zorundaydık. Uzunca bir dinlenmenin dönüşü daha da zorlaştıracağını düşünerek tüm gayretimizi topladık ve dönüşyoluna attık kendimizi.    Neyse ki büfede soğuk içecekler ve dinlenmek için gölgeye konmuş masa ve sandalyeler vardı. Afrodisyası ve müzesini gezmiştik ama daha öğrenmemiz gereken detaylar vardı. Yıllar içinde bu detayları da ya raslantıyla ya da araştırarak öğrendik. bakın neler olmuş
Afrodisyaslı bir soylu

Afrodisyas MÖ 3000 yıllarından beri varlığı bilinen birkaç defa ismi değişen bir antik kenttir. Her istialacı kral kendi adını vermiş olsa da yaşamını Afrodisyas olarak noktalamıştır. Noktalamıştır diyorum, zira bu kent İsa'dan önceki çağlarda önemliydi. Romalıların hıristiyan olmasından sonra önemini yitirmeye başladı ve heykel atelyeleri bir bir kapandı. Bağnaz hıristiyanlar birçok heykeli tahrip ettiler. (bu defa müslümanlıktan önce tahrip gördükleri ve toprak altında kaldıkları için kendimizi suçlayamıyoruz.)

Bir insan başıyla poz veren zat

    1961 yılında Kenan Erim hoca bile oraya büyük zorluklarla ulaşabildiğine göre işte bu gözden uzak oluşu diğer eserleri kurtarmış olmalı.        Anadolu'nun birçok kasabası ve köyü böyle antik kentlerin yok oluşu ile kurulmuştur. "Harabe" dediğimiz artık hiç bir işe yaramadığını düşündüğümüz bu antik yapıların taşları ziyan olmasın diye arabalara yükleyip taşımış ve kendi evimizi ve giderek de kasabamızı kurmuşuzdur. Hala birçok kasabada evlerin şurasında burasında bu antik taşlara rastlayabiliyoruz.
      1963 yılında Ispartanın Ağlasun ilçesinin girişindeki köprü inşaatında çalışmıştım. Ağlasun'un ünlü "Harabe'leri" nin taşları kentin neredeyse tamamının yapımında kullanılmıştı. Karşı çıkmasaydım köprünün taşları da oradan taşınacaktı. Mühendisler bu karşı çıkışıma anlam verememişlerdi ama "Mahkeme kararı ile köprüyü yıktırmak"tan bahsedince dinamitle kaya teminine gidilmişti. 
Acaba bu süsleme kesik bir baş mı ?
Yine bu süslemedeki birbirinden farklı başlar neyi ifade ediyor
Yine aynı barbar şüpheyi uyandıran bir yüksek kabartma


  Evet burası enteresan ve büyüleyici bir güzellikteydi. Tiyatro, Hipodrom, Muhteşem bir taç kapı, Augustus' un (başı olmasa bile) Roma imparatorluğunun dört bir yanına kopyalarını gönderdiği ünlü zırhlı ve yalınayak heykeli ile daha pek çok yontu vardı. Kimbilir belki de eski Mısır uygarlığının etkisinin gelişmiş bir versiyonu olan lahitler birer sanat eseriydi. ancak kanımı donduran bir şey daha vardı. O da elindeki kesik başla heykeltraşa poz veren kişiydi.  Bunun kim olduğunu bilmiyorum ama bir rakibinin başını kesip anısına heykel yaptıran bir "KAHRAMAN" olmalı. Av dergilerinde rastlar ve çileden çıkarım. Vurduğu güzelim hayvanın üzerine bir ayağını basarak poz veren insan bozuntuları vardır işte bu da öyleydi. Sonra bir freskde daha buna benzer bir şeye rastladım. Sonra da
Augustusun Romadan gönderdiği zırhlı ve
çıplak ayaklı heykeli (başını bir kaçakçıya kaptırmış)

Afrodisyasın önemli kişileri.
düşündüm ki kenar süsü gibi çelenklerin arasına sıralanmış başlar da acaba böyle kesilerek kenar süslemesine dönüştürülen insan başları mıydı diye.    Gladyatörleri dövüştürüp binlercesinin öldürülmesi bu dönemlerde olmamış mıydı. Sanırım AFRODİSYAS uygarlığı böyle vahşetin ebedileştirildiği bir yer olmalıydı. Bu muhteşem eserler  böyle kanlı bir geçmişi mi anlatıyordu bizlere acaba  Afrodisyas kazılarını ve restorasyonunu Prof.Dr. Kenan Tevfik Erim 1990 yılında tamamlıyor ve açılışı Turgut Özalla birlikte yapıyorlar. Tam üç hafta sonra hayata gözlerini kapatıyor ve tam anlamıyla buraya hayatını adamışlığın huzuru içinde hayata veda ediyor. Vasiyeti üzerine özel bir izinle kendini adadığı bu antik kente defnediliyor. Onun sayesinde şimdi Afrodisyas bir yıldız gibi insanları kendine çekiyor. Sıcak olmayan bir mevsimde burayı görmenizi isterim.
Augustusun Romadan gönderdiği zırhlı ve
çıplak ayaklı heykeli (başını bir kaçakçıya kaptırmış)

Afrodisyasın önemli kişileri.
düşündüm ki kenar süsü gibi çelenklerin arasına sıralanmış başlar da acaba böyle kesilerek kenar süslemesine dönüştürülen insan başları mıydı diye.    Gladyatörleri dövüştürüp binlercesinin öldürülmesi bu dönemlerde olmamış mıydı. Sanırım AFRODİSYAS uygarlığı böyle vahşetin ebedileştirildiği bir yer olmalıydı. Bu muhteşem eserler  böyle kanlı bir geçmişi mi anlatıyordu bizlere acaba  Afrodisyas kazılarını ve restorasyonunu Prof.Dr. Kenan Tevfik Erim 1990 yılında tamamlıyor ve açılışı Turgut Özalla birlikte yapıyorlar. Tam üç hafta sonra hayata gözlerini kapatıyor ve tam anlamıyla buraya hayatını adamışlığın huzuru içinde hayata veda ediyor. Vasiyeti üzerine özel bir izinle kendini adadığı bu antik kente defnediliyor. Onun sayesinde şimdi Afrodisyas bir yıldız gibi insanları kendine çekiyor. Sıcak olmayan bir mevsimde burayı görmenizi isterim.
Ceviz altında bir sıcak molası
Bu gölge çok değerliydi.
Kafeteryada  birkaç bardak soğuk birşeyler ve rahat bir koltuk Afrodisyasa veda etmeye hazırız


    Büyük fotoğraf ustası Ara Güler'i bir TV söyleşisinde izlemiştim. Aydın, Nazilli, Denizli dolaylarında 1960 lı yılarda (yanılmıyorsam) dolaşırken köylüler ona bir takım harabelerden bahseder. Ara .Güler bu, O zamanlar genç ve dinamit gibi. Hemen kendisini oraya götürmelerini ister. Götürürler de. Gözlerine inanamaz ve hemen makinesini çalıştırmaya başlar. İstanbul'a dönünce de ilk iş olarak dostu Arkeolog Kenan Erim, i arar ve foroğrafları gösterir. Erim hoca böylece tüm hayatını vakfedeceği Afrodisyastan haberdar olur.    hemen çalışmaları başlatır ve kazılardan çıkarılan eserlerle Afrodisyas müzesini kurar ve şehrin önemli bir bölümünde de restorasyon çalışmalarını tamamlar. Bu onun 30 yılına mal olur. Kayıtlara 1961 yılında ilk defa Afrodisyasa keşif için gittiği yazılıdır. Ancak Ara Gülerden bahsedilmemektedir ama, Ara Gülere ben inanıyorum.
Bu Lahitteki yüksek kabartmada bazılarının elinde insan kafası var sanırım






















































8 Nisan 2012 Pazar

İZMİR YOLUNDA KAVUN VE ÇÖMLEK

    Çoğu kez tatilimizi Egede geçiririz. Egenin yakıcı güneşi ve üşüten denizi harikadır. Ama en güzeli de tatilin bitip dönüşün başlamasıdır. 

    Urfada atlarımız vardı onlara binmeye bayılırdık. Saatlerce dolaşır hayvanları koşturmak için sürekli çaba gösterirdik. Atların bu gezintilere bizim kadar hevesli olmadığını eve, yani onların ahırına yöneldiğimizde anlardık. Dönüşe geçtiğimizi hemen anlar ve bu kez de onları durdurmak için büyük çaba harcardık. Çoğu kez ahırın kapısından biz üzerindeyken geçmeye kalkarlardı da biz can havliyle eyerden kendimizi yere atmak zorunda kalırdık.


     Tatil dönüşlerinde o atlarımızla şimdilerde empati kuruyorum da  neden bu kadar tatil dönüşlerinde kaza istatistiklerinin yükseldiğini daha iyi anlıyorum. Eve dönüş gibisi yok.




      Aslında konu bu değildi ama daldık işte. Ege tatillerinden dönerken hemen her defasında Akhisar- Balıkesir arasında kurulan sergilere uğramadan edemem. Arabanın bagajının elverdiği kadar Kırkağaç kavunu ve bir iki de çömlek alırım.
     Kavunlar hemen her defasında(İzmit'te yokmuş gibi) tatsızdır, çömlekler de daha ilk ocağa girişte çatlayıverirler. Ama ben yine de her yıl  bunlardan alırım.
      Adamlar öyle güzel sergiler öyle güzel sıralarlar ki sadece bu emekleri için bile almaya ve onları ödüllendirmeye değer. (birkaç on liranın neresi ödülse) Şimdi fotoğraflara bir daha bakın. Hele hele satıcı amcanın müthiş gülümsemesini görünce siz olsanız almaz mısınız.
     Sevgiler sunuyorum.