27 Nisan 2013 Cumartesi

CELİL YAĞIZ BİR ÖNCÜDÜR


   Celil Yağız tanımaktan, hem de iyi tanımaktan onur duyduğum, iyi bir tiyatro sevdalısı ve bilge bir insandır. Onu 1972 yılında tanıdım. O zaman iki ortak yönümüz olduğunu fark ettik. Birincisi eğitimini aldığımız ormancılık mesleği diğeri de fotoğrafçılıktı. Tanışmamıza neden olan da fotoğrafçılıktı.
  O mesleğini bırakmış Düzce’deki stüdyolarında (Foto Sunar) profesyonel olarak fotoğrafçılık yapan bir öncüydü. Benim önerime kayıtsız kalmayan Ereğli İşletme müdürü rahmetli Tarık Artvin işletmenin faaliyetlerini ve önemli yerlerini fotoğraflama görevi vermişti. Teknik işleri Düzceden getirttiği Celil ile birlikte yapacaktık. Celil ile günlerce dağ bayır dolaştık. Çok güzel fotoğraflar çektik. Arşivledik ve dev panolar yaparak işletmenin odalarını, koridorlarını süsledik. Günlerce Düzce’deki evlerinde misafir oldum ve geceler boyu bu dev panoları birlikte yaptık.
İşte o zaman Celilin ilk öncülüğüne tanık oldum. Celil Türkiye’de ilk renkli fotoğrafı basan kişidir. Bunu pek çok kişinin bilmediğini tahmin ediyorum. Zira Celil bununla övünecek ve reklamını yapacak biri değil. Onun ilk renkli baskılarından birkaçı arşivimdedir uygun bir zamanda yayınlama sözü veriyorum.
Aradan yıllar geçti. Celille yollarımız İstanbul'da bir defa daha kesişti. Birlikte bir laboratuar kurduk. Ancak köprülerin altından akan sular başkalarının dev yatırımlarla kurduğu laboratuarlar karşısında yenik düşmemize neden oldu ve dostça, hesap kitap yapmadan el sıkışıp öpüşüp ayrıldık. İkimiz de haksızlığa uğramadık da uğratmadık da.
Çok sonraları Celil’in Düzce’de bir özel tiyatro kurduğunu öğrendim. Bu da bir öncülüktü sanırım. Ve o bunu gerçek bir aşkla yapıyordu. Yakınlarından destek görmediğini sanıyorum. belki de “Ne işin var tiyatroculukla mesleğini yap veya ağabeyine biat et git yanında çalış” falan da demişlerdir. Ama o hayatını bu 30 lu yıllardan sonra keşfettiği büyük aşkına adadı kendisini. Düzce’deki tiyatrosunun onu büyük zararlara sürüklediğini duymuştum ama öyle mi emin değilim. Öyle bile olsa Celil buna aldırmamış ve aşkının peşinde koşmuştur bundan eminim.
Halife Memun Kays’ın (Mecnun) Leyla için yanıp tutuştuğunu Mecnun (Deli) olduğunu öğrenince Kays’ı yanına çağırtır. “Yahu Kays bu Leyla’nın neresini beğeniyorsun. Kızın bir gözü kör, bir ayağı sakat, yüzü çiçek bozuğu vaz geç ondan sana güzel bir kız alayım” der. Kays’ın (Mecnunun) buna cevabı, “Halife hazretleri sen onu kendi gözünle değil de benim gözümden görebilseydin böyle düşünmezdin” olur.
Celil’in İpsiz Recep dizisinde ikinci başrol oyunculuğu sırasında Kadir İnanır’ın kıskançlıktan deliye döndüğünü anlatmıştı o dizinin kamera arkasında çalışanlarından bir dostum. Çünkü o kadar rolüne kendisini veriyordu ki Celil, Kadir gölgede kaldığına inanıyordu. Neyse bunlar gerçek mi uydurma mı bilmiyorum ama söylenen buydu.
İşte Celil, Kays misali aşkla bağlıydı tiyatroya. Kasabasında öncü olmak ve bu aşkını orada yeşertmek ve yaşatmak sevdalısıydı. Ama uzun bir serüvene Düzce dışında da devam ettiğini Atatürke ve Cumhuriyete bağlılığını destansı tek kişilik oyunlarla taçlandırdığını duydum. Birçok büyük şehrin ünlü tiyatro salonlarında oynadığını da biliyorum.
Dün bir şey yazmış Facebook’a
İnsanı sanata çeviren üç kanun.
1-Aşık olmak
2- Aşık olmak
3- Aşık olmak ve onun uğruna HİÇLİĞE ulaşmak.
Evet hem de çok zor. Çünkü sanat… zerzevat değil. Çok emek ister, sabır ister, hiçbirşey beklemeksizin bir de YÜREK ister.
Bunlar Celi Yağız’ın yazdıkları. Ama benim buna itirazım var. Sanat yaparken para peşinde koşmamayı, ün peşinde koşmamayı, birilerini çiğnemekten kaçınmayı anlar ve saygı duyarım. Ama sevgili Celil Alkış ne olacak haa alkış. Sanatçıyı bağımlı yapan, o aşka o dev yüreği köle eden alkış değil mi. Sanatın kanı ve ruhu Alkıştır, birilerinin yanına sokulup seni candan kutlamasıdır. Seni sokakta gördüğünde önünü iliklemesidir. İşte sevgili Celil tüm gerçek sanatçıların Leylası alkış değil mi? Üstelik de insanlar bedava olduğu halde hak etmeyenden ölesiye esirgerler hak edene ise ayağa kalkarak sunarlar. Eminim senin AŞKINI hep canlı tutan hak ettiğin alkışlardır.



26 Nisan 2013 Cuma

MISIR PİRAMİTLERİ İLE İLGİLİ BAZI SORULARA CEVAP


Piramitlerin hiçbir gizemi olmadığını yazmıştım. Takipçilerimden bazı eleştirel sorular aldım. Tabii bu soruları ve eleştirileri, bloggerde üye olmadıkları için görünemiyor. O yüzden e-posta adresime göndermişler. Teşekkür ediyorum. 
Bunlardan biri nasıl olup da kusursuz bir şekilde o devasa yapıları kuzey- güney ve dolaylı olarak doğu- batı doğrultusuna yerleştirdikleri diğeri de Karnak'taki tapınaklarda sadece gündönümünde aydınlanan koridor ucundaki kutsal heykelin nasıl ileri teknoloji yardımı olmadan hesaplanabildiği. Bir de büyük piramitteki güneye bakan hava kanalının sirius yıldızını gösterdiği.
Son sorudan başlayayım. O hava bacası denen galerinin her zaman siriusu veya başka bir yıldızı göstermesi bir aldatmacadan başka bir şey değil. Astronomiden biraz anlayan herkes öyle dar ve uzun bir baca deliğinden bir yıldızın(bu sirius da olabilir başka bir yıldız da) yılda sadece iki defa görünebileceğini bilir. Dünyanın ekseni  ile yörünge  düzlemi arasında 23 derece 26 dakika bir açının olması gökyüzünün her gece birkaç dakikalık sapma göstermesine neden olduğunu hepimiz biliyoruz.
Eğer sondan bakarsak pek çok şey bize gizemli ve olağanüstü gelir. Bunun nasıl yapılabildiğini düşünür dururuz. İşin içinden çıkamayınca da işi uzaylılara havale eder işin içinden sıyrılırız.
Şimdi bir senaryo yazalım. Bir adam bir mimar çağırıyor ve diyor ki, “Babam şu tarihte doğmuş. Falan tarihte de öldü. Ben babamı çok seviyorum o öldükten sonra da çok zengin oldum. Şimdi babama bir anıt mezar yaptırmak istiyorum. İstediğim şu. Babamın doğum tarihinde ve sadece o gün güneş doğarken sabah güneşi mezar taşına doğudaki pencereden, ölüm tarihinde de batıdaki pencereden akşam güneşi düşsün. Bunun dışında mezar taşına güneş ışığı düşmesin”
Siz mimar olsanız (ya da bir inşaat kalfası) ne yapar ve nasıl bunu sağlarsınız. 1 yıl da süreniz olsun. Bunu yaparsınız. Ve haber yayılır. “Falan kişinin anıt mezarı öyle harika yapılmış ki. Sadece doğum gününde güneş doğarken ve sadece ölüm gününde güneş batarken mezar taşına güneş ışığı düşüyormuş” tabii bugün için bunun imkânlı olduğunu biliyoruz. Bir astronom çağırırsınız ve bir bilgisayar programı yaptırır açıları hesaplatır ve pencereleri doğru yerlere yerleştirir ve işi teslim edersiniz.
İyi de bu iş 4500 yıl önce yapılmışsa bunu nasıl yorumlarsınız. “O devirde bilgisayar yok matematik keşfedilmemiş olmalı, eğitim ve zekâ seviyesi bizden çok geri,(!) o halde bunlar bunu bir uzaylıdan yardım almadan, ya da geleceğe seyahat etmeden (Basit bir şeyi yapamayanlar geleceğe nasıl gidecek o da başka bir sorun ya neyse) yapamazlar. Gelsin gizem teorileri. Ama bu her zaman mümkündü ve her zaman da mümkün olacaktır hem de bütün bugünkü imkanlar olmadan.
İyi de akıllıca bir taş ustası bunu yapamaz mı? Bence yapar. Adamın mezarı sabit bir yerde duruyor. Doğum ve ölüm tarihleri belli. Bu belirtilen doğum ve ölüm günlerinde mezara gelirsin. Hangisi senin işe başlayacağın güne yakınsa örneğin ölüm tarihi iki ay sonra, doğum tarihi de dört ay sonra ise işe iki ay sonraki ölüm gününde bir hiza belirler ve güneşin battığı an ışığın nerden geldiğini işaretlersin. Doğum günü de gelir güneş doğarken güneşin konumunu işaretlersin. Sonra da anıt mezarın duvarlarını yapar işaretlediğin yerlerde küçük, şık birer pencere bırakırsın olur biter. İşe ne astronom karışmıştır, ne matematikçiler ne sinüs ne kosinüs. Ne de uzaylılar.
İstenen gün ve istenen saate bile böyle basit ve sade bir usulle bunu yapmak son derece kolaydır. Yeter ki kışın kapalı bir güne denk gelmesin. Ama Mısır söz konusuysa buluttan korkmaya hiç gerek yoktur.
Efendim Karnak’taki tapınakta gün dönümünde sadece bir gün güneş ışığı 50 metrelik koridoru aşıp RA nın heykelini aydınlatıyormuş. Aman ne gizem. 50 değil 150 metre olsa ne gam, yeterki istenen büyüklükteki tapınağı yaptıracak paran olsun.
Piramitler kusursuz bir biçimde kuzey güney doğrultusunda yerleştirilmiş. Aman ne zor. Kutup yıldızının varlığı ve kuzeyi neredeyse kusursuz bir şekilde gösterdiği insanoğlunun denize ilk açılmasından beri (belki daha eski) biliniyor. Yani binlerce yıldan beri. Gece çıkar ucunda bir ateş yanan bir sırığı yere çakarsın. Sonra geriye gider bir sırık daha çakarsın bu ikinci sırık gez, ilk sırık arpacık, kutup yıdızı da hedef olacak şekilde nişan alırsın. İki sırığı birleştiren doğru kusursuz kuzeyi gösterir.  Gerisini bir gönye ve iple halletmek çocuk oyuncağıdır.
Her şeyin bir çözümü vardır. Hiçbir şey gizem değildir. Mısırlılar elbette mükemmel bir uygarlık yarattı ama onların yaptıkları derin gizler taşımıyor. Unutmayın ki 5000 yılı aşıp günümüze kadar gelebilen resim sanatında bile profilden ileriye gidememiş ve cepheden resim yapmayı, perspektifi keşfedememişlerdir. Onlara yardım eden uzaylılar(!) onlara bunu bilmedikleri için mi öğretemediler.
Bu konuda daha söylenecek çok şey var. İnsan zekâsına haksızlık etmemek lazım. Bizde bir tabir vardır “Öküz altında buzağı aramak.” Bu bana Geothe’nin ölürken söylediği “biraz ışık” lafının “adam ölürken bile hala yeni şeyler öğrenmek istediğini söyledi” diye yorumlanmasını anımsatıyor. Oysa zavallı adam gözleri ölüm halinde görememeye başlayınca perdeleri kapattıklarını sanıp “biraz ışık” istemekten başka hiçbir anlam  yüklememişti. Işığınız bol olsun.

23 Nisan 2013 Salı

PİRAMİTLERİN HİÇ BİR GİZEMİ YOK



Piramitler birçokları için gizem kaynağı. Eğer devasa boyutları olmasa insanların bu kadar ilgisini çeker ve bu kadar gizem kaynağı olabilir miydi? Sanmıyorum.
Gizadaki büyük piramidin firavun Khufu döneminde yapıldığı ve mimarının da Amonhotep olduğu biliniyor. Bilinen bir şey daha var. Firavun Khufu nun yaptırdığı iki piramidin daha olduğu ve tepe açılarını tutturamadıkları için yıkıldığıdır. Gizemciler bunlardan hiç bahsetmezler. Piramit yapımcılığının bir deneme yanılma yoluyla evrimleştiğini söyleseler çok satan kitapları gözden düşer ve gizem mizem de kalmaz.
Piramitlerin yapılmasında elbette ki hayranlık duyulacak çok şey var. Bunların başında da muazzam insan gücünün mükemmel bir organizasyonla kullanılması ve sevk ve idaresidir. Daha önce yazdığım bir yazıda böyle devasa organizasyonların aslında birer sosyal proje olduğunu ve örneğin Büyük Piramidin yapımı sırasında 20 yıl boyunca insanların işlendirilip karınlarının doyurulması olduğunu yazmıştım.
Mısır uygarlığı neredeyse eksiksiz olarak kaydı tutulmuş bir uygarlıktır. Bu kayıtlarda bazılarının sandığı ve inandığı gibi bir tek esir bile çalıştırılmamıştır. Tam tersine çalışmak isteyen komşu ülke insanları da istihdam edilmiştir. O zamanlar insanların zenginlik anlayışı bu günkü gibi değildi. Barınmak. karnını doyurmak ve bir işte çalışarak yorulup bira ile kafayı bulmak. Tutulan kayıtlarda bunların nasıl sağlandığı açıkça belgelenmiştir. Daha büyük bir zenginlik de mumyalanacak kadar bir birikime sahip olabilmekti. Bunu başaran pek çok mimar, kalfa ve postabaşı olduğu biliniyor. Biraz daha zengin olanların da kendi küçük 3-4 metre yüksekliğinde mezar piramitlerini yaptıracak kadar varlıklı olabildikleri biliniyor. Bu piramitçiklerden Mısırda yüzlercesi hala ayakta.
İkinci bir yaratılmış gizem de dünyanın hemen her büyük uygarlığının neden piramit yaptığıdır. Gizemciler bunu antik uzaylılara bağlar. Oysa eğer devasa bir taş bina yapacaksan o devirde kubbe icat edilemediği için bu, piramit olacaktır. Ben işe dâhiyane hesapları falan katmadan pratik olarak bakarım. Hayalimde ne kadar büyük istiyorsam o büyüklükte bir kare çizerim. Bir sıra taş döşerim. Sonra bir ayak basacak kadar içerden bir sıra daha döşerim bir sıra bir sıra daha ve tepeye kadar çıkarım. En yukarıda ya sivri bir tepe yaparım ya da o kadar çıkmam ve bir oda sığacak kadar yer kalınca bir platform veya bir oda inşa ederim. Ya kendim otururum ya da başrahibe ikram ederim.
Kusursuz bir yapıyı elde etmek için bir gönye ile bir şakül denen nesne yeterlidir. Mardin’in, Urfa’nın muhteşem taş konaklarını antik uzaylıların verdiği planlarla mı yaptılar?. Onları belki okuması yazması bile olmayan taş ustaları yaptı. Bunu oralarda yaşayan ve gören biri olarak söylüyorum.
Taş uygarlığının dönüm noktası ve doruğu kubbe ve kemerin icadıdır. Kompakt ve içi sadece birkaç tünelden başka boşluk taşımayan piramit mi yoksa devasa bir boşluğu saran dört duvar ve bunun çatısı olan kubbe mi daha muhteşemdir bir düşünün. 9. Yüzyıla kadar kubbe icat edilememiştir. Yani piramit cinsi yapılar birbirine az çok benzeyerek yapılmak zorundaydı. İlk kubbenin yapımından sonra da terk edildi. Bu terk edilme belki 200 yıl kadar sürmüş olabilir. Bu da bir icadın yayılması için gereken süre olmalıdır. 
Amerika kıtasında son piramitlerin yapılmasından sonra zaten devlet çöküş sürecine girmişti ve yeni bir teknoloji üretmeyi bırakın eskiyi bile yaşatmayı sürdüremeyecek durumdaydı. Nitekim İspanyolların bu kıtaya ulaşmasıyla birlikte yıkılıp yok oldu.
Bence insanın yarattığı uygarlıkları ona yakıştırmayıp antik uzaylılara bağlamak soyumuza yapılabilecek en büyük hakarettir. Herşey uzaylılardan geldiyse uzaylılara nereden geldi. Bu bir merakı ötelemekten başka bir şey değildir. Darvin’e inanmaktan başka dayanabileceğimiz sağlam hiçbir veri yoktur ve olamaz da. İlerde başka gizemleri de tartışmaya açacağım. Sevgiler sunuyorum

22 Nisan 2013 Pazartesi

BİR MÜZİĞİN ÖMRÜ NE KADARDIR DERSİNİZ?



Müziğe bir süredir farklı bir pencereden bakmaktayım. Müziği  kabaca iki farklı kategoriye ayırmak mümkün.
Halk müziği ve sanat müziği. Bu sadece bizim müziğimiz için değil  tüm  ülke müzikleri için geçerlidir. Zaten adı da pop (popüler) ve  klasik olarak geçmektedir.
Halk müzikleri genellikle anonimdir ve çok uzun ömürlüdürler.
Sanat müzikleri ise belli dönemlerde çok söylenen çok dinlenen ancak fazla uzun ömürlü olmayan müziklerdir. Halk müzikleri kendi iç dinamikleri ile yaşarken Klasik müzikler desteklerle organizasyonlarla ve kurumsallaşma ile dış dinamiklerle yaşamını sürdürebilir. ( Bunun iyi mi kötü mü olduğu konumuzun dışı. Sanatın yaşaması veya yaşatılması elbette ki gereklidir.)
Bunun nedeni bana göre kullanılan dildir. İster sözlü müzik isterse enstrümantal olsun müziğin bir dili, vardır. Bu da kullanılan dilin niteliğnden kaynaklanıyor kanısındayım.  Müziğin dilini, Düşük kültürlü basit ve anlaşılır olan, ve
Yüksek düzeyli, moda akımlarına göre değişken ve karmaşık  olan diye ikiye ayrılabilir.
Halkın kullandığı dil, nispeten daha az sözcükten oluşur. Daha çok deyim ve basma kalıp fikirleri ile halkın kolay iletişim kurduğu bir dildir. Yazılıdan ziyade sözlü ve kulaktan kulağa geçen bir iletişim sistemi kullanılır. Basitliği, değişimin çok yavaş olmasının nedenidir. Bu yüzden de çok uzun ömürlüdür. Örneğin yüzyıllar öncesinin Alman madrigalleri ile yine yüzlerce yıl önceden günümüze kayıp vermeden uzanan Yunus Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi şairlerin halk tarafından bestelenen ve yaşatılan türküleri daha yüzlerce yıl yaşayacaktır.
Klasik müziklere gelince, bunlar genellikle sanatsal kaygılarla bestelenmiş, müziğin hemen her tekniğinin, her karmaşık bileşeninin kullanılmasıyla ancak yazılı olma koşuluyla yaşamını sürdürecek özellik göstermektedir. Bunların akılda tutulmasını ve geniş kitlelerce terennüm edilmesini düşünmek bile zordur. Sanat müzikleri söylemek için değil dinlemek için yapılmış addedilebilir.
Sözlü olarak düşünüldüğünde de durum farklı değildir. Üst kurum yapısı olarak edebiyat dili, belli dönemlerde belli akımlarca sürekli, yönü ve ifade tarzı değişen bir özellik gösterir. Halk birkaç yüz kelime, en fazla 1000 kelime kullanırken aynı dilin edebiyatı onbinlerce kelimeyi kullanabilir ve bu kelimelerin de anlamlarını ve yükledikleri fikirleri belirli dönemlerde farklı kullanabilir. Örneğin Türkçe son 90 yılda birkaç defa kabuk değiştirmiş ve kuşaklar arasında derin farklılıklar yaratmıştır. 1970 lerdeki son dil devrimi ile modern Türkçe olarak adlandırılan akım bile birlikte yaşayan iki kuşağın birbirini zor anlamasına neden olmuştur. Oysa halkın kullandığı dil hala yerli yerinde ve hemen her devirde anlaşılır özelliğini korumaktadır.
Müzik ve dil çekilen bir fotoğrafa benzetilebilir. Çekildiği anın tarihidir. Müzik ve dil de söylendiği, bestelendiği anın sözlüğünü, toplumun yapısını, felsefesini ,  adet ve göreneklerini yansıtır.
Bir süre sonra değişen bu toplum değerleriyle birlikte de anlamlarını yitirirler. İşte bu bakımlardan halk müziği uzun ömürlü, sanat müzikleri ise daha kısa ömürlüdür. Bir Klasik müzik en fazla birbiri ile bağlantılı üç kuşak için yaşar. Sonra tarihin ve nota defterlerinin tozları arasında unutulup gitmeye mahkûmdur. Halk müziği kuşaklar değişse de bu kuşakların yapısı değişmediği sürece yaşamaya devam eder ve edecektir. Kulak ve hafıza kapasitesi ne kadarsa müzik de o kadar olmalıdır. Müzik ömrünün ön koşulu budur diye düşünürüm. Halk müzikleri bu kapasiteye en uygun yapıtlardır.

20 Nisan 2013 Cumartesi

BİR SERAMİK RESİTALİ SAYNUR DEMİRALAY



        Son yıllarda İzmit’te özellikle de hanım sanatçıların sanat üretiminde hatırı sayılır bir gelişme yaşanıyor. Bu tür çalışmalara, verilen emek, harcanan zaman, ve adanmışlık adına daima ilgi gösteriyor ve hemen hemen her sergiyi dikkatle izliyorum.
       Teşhisim şu ki giderek ustalaşan ve hem kaliteli hem de özgün yapıtlar sunan bir kitle diğerlerinden koptu ve arayı oldukça açtı. Yıllardır takip ettiğim sergilerde sanata yıllarını verenler hak ettikleri kulvarlarda ipi göğüsleyecek gibi görünüyor. Bu sanatçılar artık kendi organizasyonlarını kurarak kurumsallaşmayı da başarıyorlar. Bunlardan biri de bir yılı aşkın bir süredir faaliyette bulunan KOSEV. Bu kararlı ve gayretli sanatçıların bir bölümünü bünyesinde barındırıyor. Belediyelerin desteğini de yabana atmamak gerek.
Bu kısa bilgi ve tespitten sonra bu gün 20 Nisan 2013 günü açılan seramik sergisinden bahsetmek isterim.
KOSEV üyesi Sayın Saynur Demiralay’ın üç yıllık çabalarının sergilenişiydi. Seramik diğer sanat dallarına göre çok daha zor ve riskleri olan bir dal. Yaptığınız bir eser birçok aşamadan geçiyor. Bu aşamalardan hiç birinde geri dönüş yok. Ufacık bir hava kabarcığı bile en son fırınlama aşamasında tüm emeklerin havaya uçmasına neden olabiliyor. Sırlanmanın pişirildikten sonra nasıl sonuç vereceği önceden bilinemiyor.
Bunlar işin teknik tarafı, bir de yaratıcılık var elbette. İşte bu sergide hem tekniğin hem de yaratıcılığın nasıl harmanlandığını ve nasıl sunulduğunu izledik. Son yıllarda çok az seramik sergisi oldu. Daha fazla ise de ben izlememişimdir. Ama bildiğim ve öğrendiğim bir şey var. Derince belediyesinin hazırladığı imkânlarla bu işe gönül vermiş başka sanatçı adayları geriden geliyor. Öyle umuyor ve öyle arzu ediyorum ki Saynur Demiralay hanımefendinin başlattığı bu seramik sergisinin  devamı, başka kişisel ve karma sergilerle gelecek ve çok keyif alacağız.
İzmitli sanatçıların bu hızlı gelişimine ne yazık ki İzmit halkının ayak uyduramadığını görüyorum. Böyle sergilerin ilk gününden son gününe kadar dolup taşması gerekir. İlk gün ilgi birhayli yüksekti. Dilerim bu ilgi sergi boyunca devam eder.
                                         


 

























19 Nisan 2013 Cuma

YILLAR SESİ DEĞİŞTİREMİYORMUŞ


Sevgili Dostum Mustafa Arpacıoğlu ile 1975 yılında kısa bir süre İzmit’te görev yaptık. Sanırım 1 yıl kadardı ve sadece aynı ildeydik. İşlerimiz ve birimlerimiz farklıydı. Fakülteden de farklı zamanlarda mezun olmuştuk. Yani kısaca söyleyeyim çok sıkı bir arkadaşlık imkânı bulamamıştık. 2002 yılında Aydın’daki bir görevi yerine getirmek üzere görevlendirilmiştik. Akşam saatlerinde Aydın Orman İşletmesinin misafirhanesinde bize ayrılan yerde geceyi geçirdik. Sabah da tetkik edeceğimiz arazi hakkında bilgi almak üzere işletmedeki arkadaşları ziyarete başladık.
Aradan 27 yıl geçmiş. Ben 57 kilodan 88 kiloya çıkmışım, bıyıklardan vazgeçeli çok olmuş, saçlar %80 beyaz. Odada bir sürpriz. Hiç değişmemiş bir Mustafa Arpacıoğlu. Ben hemen tanıdım ama o bana tarih öncesinden gelmiş biri gibi bakıyor. Ve bu beyaz saçlı adama biraz da kuşkulu bakarak “Hoşgeldiniz beyefendi.” Diyor. Ben hiç bozmadan bir baş işaretiyle karşılık veriyorum ve ilk defa tanışan iki kişi gibi el sıkışıyoruz.
Bir süre daha önceden tanışanlar sohbet ediyorlar. Sonunda Mustafa ayıp olmasın diye bana hal hatır soruyor ve ne ikram edebileceğini soruyor.
Ben nihayet ağzımı açıyor ve “Teşekkür ederim iyiyim ve çay ikramınızı geri çevirmem” diyorum. İşte o zaman Mustafa “Sen Vuralsın sesinden tanıdım. Hala ud çalıyormusun?” Diye ayağa fırlıyor ve birbirimize sarılarak hasret gideriyoruz. Meğer bu kısacık meslek beraberliği sırasında neler birikmiş dağarcığımızda. Uzun uzun o anıları anlatıyoruz, bir o alıyor sözü bir ben. Ertesi gün bu sımsıcak dostluğu geride bırakarak Aydın’ı terk ediyoruz. Bir defa daha karşılaşma olanağı bulamadım sevgili Mustafa Arpacıoğlu ile.
Gerçekten de insanların bazısı zaman içinde çok değişebiliyor. Kimisi “gözler hiç değişmez” diyor ama gözler değişiyor. Rengi soluyor gözlerin, ışığı azalıyor ve kolesterolü yüksek kişilerde dıştan başlayan bir grileşme, irisin ortasına doğru ilerliyor ve o iddia edilen en belirgin organ belirsiz oluyor. Ama değişmeyen olarak sadece ses kalıyor. Hele dost meclislerinde çalıp söylemek varsa unutulmuyorsunuz.
O gece çalıp söylemedik ama 27 yıl sonra bir dostun sadece bir cümlelik sesten sonra bir özelliğinizle sizi tanıyıvermesi çok hoş bir anı olarak kalıyor. Şimdi sormak gerekiyor. “ İyi de neden yazdın bütün bunları?”
Sevgili dostum Yusuf Cengiz bir bloğuma yorum yaparken “bir de sazlı sözlü” yazı yazmamı istemişti işte onun isteği üzerine aklıma gelen en hoş sazlı değil ama sesli anı bu geliverdi. Mustafa Arpacıoğlu ve Yusuf Cengiz arkadaşlarıma ithaf olsun.

16 Nisan 2013 Salı

ALTINA HÜCUM _ ALTINDAN KAÇIŞ

      Hükumetin bankacılıkta yeni bir çığır açıp altın işine girmesini sağladığında çok sevinmiştim. Ama kimseye bunu söylemedim.
      İşin buraya hatta buradan daha ileriye gideceğini tahmin ediyordum. Ne de olsa serde eski borsacılık var. Borsa Ayıcılığını da Boğalığını da ve Kerizliğini de uzun zaman yaşayarak kavradığım için olacakları kestirmek hiç de zor değildi benim için.
      Önce yeni sistem ballandıra ballandıra anlatılacak, altınla nasıl para kazanılacağı çubuğun ucundaki havuç gibi kazanç peşinde koşanların önüne konacaktı. Tıpkı 1984 deki KASTELLİ olayı gibi.
      Sonra altınlar toplanacak ve hesabınıza altın olarak geçirilecekti. Ne kadar altın yatırdın 100 gram diyelim. Hesabını ne zaman kapatırsan o zamanki altının fiyatı neyse 100 gramın ederi hesaplanacak ve (kesinti olmadığını varsayarsak) paran eline verilecekti. Tabii hiç kimseye altın fiyatlarının düşebileceğini söylemeyeceklerdi. Hayal içindeki altıncılar hemen bu yeme atladılar. Kırık dökük ve pırıl pırıl ne kadar altınları varsa bankalara koşuldu. Hesap edilen miktara yakın altının yastık altından çıktığına kanaat getirilince zoraki olarak o zamana kadar yükseltilmiş olan fiyatlar birden serbest bırakıldı. Yani birikim sahipleri speküle edildi.
      Ayrıca spekülesyon saymasak bile ekonomiden anlayan her insan piyasaya arz edilen malın talepten fazla olması durumunda fiyatların düşeceğini bilir.
      Milliyetin bu gün (16 Nisan 2013) verdiği haberde Kapalıçarşıda iki altın ticareti yapan firmanın iflas ettiğini, diğer kuyumcuların da zor durumda olduğunu yazıyor. Bu da o günlerde konuşan Kuyumcular Derneği yetkililerinden birinin TV de yaptığı ve bu uygulamanın altın fiyatlarını nasıl uçuracağını anlatmasını aklıma getirdi. Ne büyük ironi. Belki de iflas eden odur bilemiyorum ama kuyumculuğun ipini çekiyormuş meğer.
        Neden mi seviniyorum. İki oğlumu evlendirdim. Sağ olsun eş dost davetlerimize icabet etti. Her birine getirdikleri kadar borçluyum. Onların da çocukları torunları evlenirken ödeşeceğiz. Yükümüz sürekli azalıyor.
        Bundan önceki yazılarımdan 29 Eylül 2012 tarihli  "İŞTAH KABARTAN TRİLYON" diye Yiğit Bulut için yazdığım Blog da bu duruma işaret etmişim zaten.  Altına da şunu ilave etmişim. "Amaaan bana ne. Zaten o trilyon liranın içinde benim param yok . Hoş bunu da birkaç kişiden fazlası okumayacak ya olsun..."

12 Nisan 2013 Cuma

KEPEKLİ EKMEK BİR BAŞKA AMAÇ MI?

   Türkiye gıda bakımından kendisine yeten birkaç ülkeden biriydi bir zamanlar. Şimdi Buğday, Muz, Kivi, Mango, Ananas, Pirinç, Karpuz, Kavun, Canlı ve karkas sığır ve koyun eti......... ve daha şu anda aklıma gelmeyen kim bilir kaç kalem daha ithal ediyoruz. Listedekilerin bazıları Türkiyede yetişmiyor ama yetişenler için Sebep hep aynı."İthalat daha ucuz."
    Bir de GDO belası var ki onu hiç sormayın. En korkuncu ise tohumdaki giderek artan bağımlılık.
    Buğdaya ödenen paranın giderek tırmanıyor olması hükumeti epey kaygılandırmış olmalı. Şimdi iki propagandayı aynı anda yapıyorlar.
       1- Obeziteye karşı ekmeği ve pirinci azaltmak
       2- Kepekli ekmek yemek (o da az olacak tabii)
       Şimdi Buğday hakkında kısa bir açıklama.
       Buğday öğütülüp un haline getirilince elenmek zorunda. Un ve kepek haline getiriliyor. ve "randıman" adı altında sınıflandırılıyor. 60-70 randımanlı un demek buğdayın %60-70 kadarı un %40-30 kadarı da kepek demek. Bu una exstra un deniyormuş. 80-90 randımanlı un 1. kalite, 90 ve üzeri ise ikinci kalite un olarak adlandırılıyor.
        Yüksek randımanlı unlardan tahmin ettiğiniz gibi beyaz ekmek (Adı Fransız usulü anlamında dilimize Francala olarak girmiş) yalnız ekmek değil diğer pasta, börek ve diğer unlu mamullerin çoğu bu undan yapılıyor.
         Kepek ne mi oluyor, o aslında undan daha değerli, zira hayvan yemi olarak fabrikalara gidiyor. 100.000 ton buğday ithal ettiğimizi düşünelim. bunun 60.000 tonu insanların, 40.000 tonu hayvancılığın ihtiyacı için kullanılıyor. İnsanlar oy verdikleri için onlara, hele bir de fakirseler un bulmak zorundadır hükumetler. Oysa bu ihtiyaç nüfus ve fakirlik arttıkça daha da büyüyor. O zaman ekmeği 2 kalite undan mümkünse hiç elenmemiş undan yapacak ve de az tüketilmesini isteyeceksin. Yoksa Allah korusun obez oluruz (!). Hayvancılık mı? Önemli değil o. Oy depoların et yemese olur ama ekmek yemese olmaz. Bir milletin et yemesi mümkünse ekmeği yemese de olur ama istatistikler et tüketiminin standartların çok altında, ekmek tüketiminin ise çok üstünde olduğunu söylüyor.
       Benim kanaatim bu kampanyanın daha az buğday ithal ederek ithalatı kısmaktan başka bir amacı olmadığıdır.
       Bir kısa bilgi daha, Dünyada en fazla ekmek çeşidi (160 kadar) ve unlu mamuller üreten ülke Fransa imiş. Burası bir ekmek ve hamurişi cenneti imiş. Adamların yine de obezite sorunu yok.

UÇAK İTENLER

            Bir tarihte Karadenizli bir babayla askerdeki oğlu arasındaki mektuplaşma vardı. Şu anda tamamı aklımda değil ama birkaç cümlesini hatırlıyorum. O zamanlar buna tipik Karadenizli fıkrası gibi bakıyor ve gülüyorduk. Bu gün yani 12 Nisan 2013 tarihli Milliyet Gazetesinin 3. sayfasındaki haberi görünce aslında Karadeniz (Temel) fıkralarının hiç de hayali olmadığını, bal gibi gerçek hayattan alındığını bir defa daha öğrenmiş oldum.
           Önce eski mektuptan aklımda kalanları aktarayım sonra da Milliyetin haberine geleceğim.

"Oğlum," der baba. "Sana bu mektubun içinde para gönderecektim ama dalgınlıkla zarfı yapıştırmışım artık bir sonraki mektuba koyarım."
Bahriyeli askerliğini denizaltıcı olarak yapan oğul da babasına yazdığı mektubun bir yerinde,
"........ geçen hafta tatbikattayduk. 30 metreye dalmiş iduk, denizaltinun moturi istop ettu. Kalduk dipte kumun üstunde. Ula birkaçinuz inun de bir vurdurup çaliştiralun şu denuzaltiyu dedum. 6 arkadaşimizu toprağa verduk üzuntuluyum......"
        Şimdi gelelim Mİlliyetin Trabzon hava alanında yaşanan olay haberine
"ARIZALANAN UÇAĞI APRONA KADAR İTTİLER."

          Uçak havada arızalansaydı mutlaka vurdurup çalıştırmak için bu 15 kişi tereddüt etmeden dışarı çıkıp uçağı çalıştırırdı.
         Bunca sıkıntılı haberin içinde bir çiçek gibi açan habere küçük bir tebessüm.....
 

2 Nisan 2013 Salı

ÇEŞME YARIMADASININ 'nin arka yüzü


    İzmir enfes, çeşme yarımadasının kıyıları muhteşem. Doğu ve Güneydoğuanadolu’da yaşayanlar kendileriyle buraları kıyaslar. Haklıdırlar. Batıda yaşayanlar da bu kıyaslamayı yapar. Zira insanlar buralara tatile gider. Tatiller, yaşanan yerden daha iyi yerlerde yapılır. Ve oralara övgüler düzülür. Yerleşme düşleri kurulur.
       Ben de tatilimi Çeşmede geçirmeyi severim. Gerçi Altınyunusa gitmiyoruz ama yaşadığımız yerden daha iyice yerlere de gücümüz yetiyor.
Zoraki emeklilik.
         Sonunda merak ettim. Buranın gerisi nasıldır diye. 
       Depoyu doldurmamı önerdiler. Buna pek anlam veremedim ama uydum. Doldurdum depoyu ve vurdum Çeşme yarımadasının dağ yollarına. 
     Kıyılara söz yok. Türlü çeşitli mimar eli değmiş villalar yalılar tatil köyleri. Karaburunda tekneler, Evleri sarmış mor begonviller. 
     Sonra başladık tırmanmaya. Sağda engin Ege, uzaklarda dev gemiler sisler içinde Yunan adaları. Solda kupkuru topraklar, terk edilmiş tarlalar. Ağaç yerine çalı, çiçek yerine sararmış tek tük otlar. Yollar güzel, yarısı boş köylerden geçiyoruz. Seksenli yaşları geride bırakmış görünen yaşlılar kendilerinden de yaşlı kahvelerde uyukluyorlar. Benden gencini göremiyoruz.
      Susuz hayrat çeşmelerinde umudumuzu yitiriyoruz. Yanımıza su almamışız da. Cemaatsiz camiler, terk edilmiş denize nazır Meksika tarzı konaklar(!) nereye vardığı belli olmayan yollar, yollar. Sonra neden "deponu doldur" dediklerini anlıyoruz. Bu yollarda kim petrol istasyonu kurar ki. Sonra birden seviniyoruz. Bir bağ var sağımızda. Bir kahraman çıkmış ve kırmızı üzüm yetiştiriyor. Hemen duruyoruz. Pişman mı desem çaresiz mi bilemiyorum. Üzüm su istiyor. Su, yüzlerce metre derinde. Çıkarmak emek istiyor elektrik istiyor. Üstelik su yetersiz. Yine de insanlar yüce gönüllü. Aldığımız birkaç kilo üzümün parasını zorla kabul ettiriyoruz. Ve karar veriyoruz. Hayatın gerçekleri vitrinlerde değil içerilerde. Doğuda da böyle en batıda da. Kimisi silah elde savaşıyor isyanlarda, kimisi bağrına taş basıyor. Tatilcinin de politikacının da gözü hep ama hep vitrinlerde.


Öykünün öyküsü fotoğraflarda. Gittiğiniz tatil yerlerinin arka bahçelerine sizi davet ediyorum.

Yüz yılda bir defa çiçek açtıktan sonra ölen Agavea Amerikana ile ondan önce ölmüş bir ev.

Manzara güzel acaba yaşam nasıl. Kim orada yaşamadan bilebilir ki...
Susuz Hayrat. Niyete bakıyoruz ve teşekkür ediyoruz.
Sağ olsun meslektaşlarım. Bu yolları ormancılar yapmış. Orman yetiştirebilmek için akıl almaz gayret var kutluyorum. 
                       Böyle sıra sıra birşeyler görürseniz. Buralarda Orman teşkilatı var demektir.
Bir araba mı ne..
Aaah o yalnızlık yok mu. Kimler nasibini almıyor ki.
Görünen tek canlı minaredeki kuş. O da bizden korkup kaçacak.
Evler burada insanlar nerede
Kahraman bağcı göğsümüzü kabarttı.
Türk insanı konukseverdir. (Bu da ırkçılık sayılır mı bilmiyorum)
Bakmak bile güzel. Hele yemesi...

Bir asma altı molası



Yorumsuz.
Yorumsuz
Muhteşem işçilik.
Sanki Meksika'da bir yer.
Bir zamanlar burada oturmak kim bilir ne kadar keyifliydi.
Yavaş yavaş kıyıya yaklaşıyoruz.
İşte çeşme yarımadasının batı kıyıları Yunanistan'ın Sakız Adası ile bakışıyoruz. Artık yüzlerce koy bizleri bekliyor. Vitrindeyiz.