7 Kasım 2014 Cuma

GÜNEŞİ BEKLERKEN (GÖLYAZI)

İŞTE BİR FOTOĞRAF AVCISININ ŞANSLI ANI
      Gölyazı, Bursa - Balıkesir yolu üzerinde Ulubat (Apolyont) gölünün kıyısına kurulmuş Kuşadası misali bir kasaba. Neredeyse elli yıldır 5 kilometre uzağından geçip gider ama varlığının farkına bile varmazdık. Ben pek dizilerden anlamam, zamanımı da dizilere göre planlayacak kadar sabırlı değilim. O yüzden GÜNEŞİ BEKLERKEN dizisinden haberim bile yoktu. İşte bu diziyle pek çok kişinin tanıyıp sonradan da keşif ziyaretlerinde bulunduğu GÖLYAZI ya nihayet biz de dahil olduk.

     Ne de iyi etmişiz. "Ağlayan Çınar" yazısını okuyunca ilk karşılaştığım Gölyazı sakinine postamı atmadan edemedim "Yahu kardeşim neden ağlatıyorsunuz çınarları" Meğer ne çınarı ağlatan olmuş ne de çınar kendiliğinden ağlamış. Onun altında bir şiir yazmış Mehmet Okatan. O gün bu gündür çınar "Ağlayan Çınar" olmuş. Tabii bir de Mehmetle Eleninin aşkı var.
      İnsanlarıyla manzarası ve cami önündeki kahveleri ile "Keşke daha önce gelseymişiz" dedirtecek kadar güzel. Hele bir de Hamiyet Hanımın gözünüzün önünde yufka açıp pişirdiği gözlemeleri yedikten sonra....

Salkım saçak kablolar her yerde

       Burası kendisini turizme göre programlamış bir kasaba değil elbet. Hele hele fotoğraf meraklıları için hiç değil. Salkım saçak elektrik, telefon, ve diğer iletişim hatları fotoğraf çekmekte büyük sıkıntı yaşatıyor meraklılarına, Özensiz oraya buraya bırakılmış eşyalar, balık avı malzemeleri bir bakıma otantik sayılsa da ürküntü veriyor. Yapıların birkaç tanesi dışında kadraja almak istemeyeceğiniz çok şey var ama yine de güzel şeyler çıkıyor.
       Balıkçılar kadınların işgücünden ziyadesiyle faydalanıyor. Her zaman ağ ören ağ temizleyen veya sandal onaran bir kadın görmek mümkün; ancak fotoğraflarının çekilmesine biraz soğuk bakıyorlar.
Gölyazıdan bir görüntü
        Sanırım biz çok şanslıydık. Günbatımına öyle bir anda ve öyle bir pozisyonda rastladık ki buna ancak ŞANS denir. Birkaç dakika süren bu muhteşem an o gün orada bulunan birçok fotoğraf meraklısının kaçırdığını biliyorum.
        Şimdi yazıyı fazla uzatmadan o gün çektiğimiz toplam 350 kareden birkaçını yazının orasına burasına serpiştirelim.



Balıkçılık En önemli gelir kaynağı. Kooperatifleri var.

İşte ünlü AĞLAYAN ÇINAR

Birkaç dakika sonra çaylar gelecek


     
Gün battı son görüntü tepeden panorama.

Bu fotoğrafların devamını Google da"Panoramio Vural Atılgan" yazarak izleyebilirsiniz.

4 Kasım 2014 Salı

PEYZAJ FOTOĞRAFI DEĞİL FOTOĞRAF PEYZAJI

          1957 yılından beri fotoğraf çekerim. Siyahbeyaz döneminde 1963 yılında fotoğrafçılara bağımlı olmaktan evimizde karanlık oda kurarak kurtuldum. Çektiğim fotoğrafları artık gönlüme göre tonlandırıyor ve kadraj yapıyordum. Üniversite yıllarımda hemen tüm arkadaşlarım benim çektiğim fotoğraflarla albümlerini oluşturdu. ben her fotoğrafın arka sayfasındaydım. Gelişmeleri biraz geriden de olsa hep takip etmeye çalıştım. O günden bu yana onlarca makinem oldu. Hepsi de çalışır vaziyette ve emekliye ayrılmış durumda. Zaman zaman torunlarım onlarla egzersiz yapıyorlar.
        Fotoğrafın hemen her konusuyla ilgilendim. Portreler, olaylar, spor fotoğrafları, magazin ve daha pek çok konu. Renkli fotoğraf devrimini yaşadım. Laboratuvar kurdum. Sonra baktım boyumu aşıyor vazgeçip herkes gibi laboratuvarlara bağımlı oldum. Çok şükür ki sonunda Dijital devrim oldu da tüm bağımlılıklardan tüm zincirlerden kurtuldum. Ne "aman filmim bitecek" korkusu kaldı ne de başkasının zevkine göre basılmış fotoğrafların hayal kırıklığı.
        Şimdi Panoramio'da Google için fotoğraf çekimleri yapıyorum. Facebookta ÇİÇEK FOTOĞRAFLARI adlı 450 üyeli bir grubum var ve bu grubu yönetmeye çalışıyorum. Grubumda üyeler sadece kendi çektikleri fotoğrafları yükleyebiliyorlar. Çok ta güzel şeyler üretiyorlar. Hayran olmamak elde değil.
         Çiçekler zaten adı üstünde çiçek, görelim beğenelim diye açılıyorlar hiç sorun çıkarmıyorlar. Rüzgarı yenmesini bil yeter. Bir de kuş fotoğrafı çekenleri düşünün. Pusu kur bekle, saatlerce kımıldamadan kamuflajın altında güneşten kavrul, soğuktan don. Bu bana göre değil mesela.
Ağaçlar bu anıtsal yapının sadece bir yönden fotoğrafına izin veriyor
Bilecik Şeyh Edebali Sultan Orhan camii. Fotoğrafı ancak bu kadar çekilebiliyor.
Şehirleri, binaları, sokakları, anıtları görüntülemek için sık sık seyahate çıkıyoruz. Eşimi de bu işe bulaştırdım birlikte gidiyoruz. Bir işte uzmanlaşmaya başladığınızda yanlış olan o kadar şey olduğunu fark ediyorsunuz ki bazen insana yılgınlık bile geliyor. Bunlardan en çok canımı sıkan şehir peyzajı.
          Evet yanlış okumadınız "ŞEHİR PEYZAJI" bir anıtsal yapının fotoğraflarını çekmeye kalkın bakalım neler yaşayacaksınız. Devasa ağaçlarla çevrili camiler, binalar, sokaklar caddeler. Tamam, ağaç güzeldir, serinlik verir, gürültüyü emer, oksijen üretir. Bunları siz de benim kadar biliyorsunuz ama bir şehri bir anıtsal yapıyı çekici kılan, insanda görme arzusu uyandıran fotoğraflara bu ağaçlar engel. Oysa o yapıların, anıtların, cadde ve sokakların bir de fotoğraflarının çekileceğini düşünmek gerekmez mi.

Bu anıtsal cami ancak bu açıdan resim veriyor
          Pizza kulesi dümdüz bir çimenlikle hiç engel konmadan milyonlarca kişinin rahatça fotoğraf çekmesine imkan tanıyacak şekilde düzenlenmiş. Ben ülkemde hemen her gittiğim yerde ağaçsız bir açı yakalamak için uğraşıp durmuşumdur. Kısa ve bodur çalılar da peyzaj unsuru ama ille de ulu ağaçlar olacak. İzmit'in ortasında çapı yüz yılda bir metreyi çoktan aşmış çınarlar var bunların şehir peyzajında  hata olduğunu düşünüyorum; hem de sadece fotoğrafçılık açısından değil.
         Bacasız fabrika Turizm'in tüketicisi açısından elde kalan tek şey fotoğraftır. Günümüzde turizmi şahlandıran fotoğraf çekme imkanı, fotoğraf sektörünü şahlandıran da turizm dir.
Tüm belediyelerin bence peyzaj yaparken o kente gelecek insanların "nasıl daha iyi fotoğraf çekmesini sağlarım" diye düşünmesi ve usta fotoğraf sanatçılarından fikir alması gerekir diye düşünüyorum. Peyzaj fotoğrafı değil, fotoğraf peyzajı.
 

2 Eylül 2014 Salı

KABAK ÇİÇEĞİ GİBİ AÇILMAK

Kabak Çiçeği Gibi açılmak.

Langa, yakın tarihe kadar sebze bahçeleriyle meşhurdu. En iyi hıyar Langa’da, en iyi göbekli marul Yedikule’de yetiştirilirdi. Tabii arada kabak, yeşil soğan, maydonoz, dere otu falan da çeşit olsun diye aralara serpiştirilirdi. Böyle olunca da bu sebzecilik diliyle yapılan benzetmeler de argo sözlüklerimize girmiştir. Kaba ve özensiz davranan kişilere “Ne o lan, Langa hıyarı gibi…” pantolonunun arkası eskimekten tül gibi olmuş birinin poposuna bakıp “ Ne o be, kış kabağı gibi çıkmış…” diye takılınır, her lafa atlayana da “her lafa maydonoz olma be kardeşim”, “Sarmısağı gelin etmişler kırk gün kokusu çıkmamış” gibi bol sebzeli benzetmeler türetilirdi.
Şükûfe 17 yaşında 55 yaşındaki biriyle evlendirilir. Şükûfe güzel kızdır Allah için, Tüm mahalle sonucu merakla beklemektedir. Beklenen olmaz ve Şükûfenin evliliği normal ve düzgün gider. Üstelik günün modası çarşafıyla dolaşırken de kimseyle göz teması kurmaz. Mahallelinin dikkati artık dağılmış gelecek için yazılan senaryolar tavsamıştır.
Bir gece bir vaveyla yükselir. Yataklarından fırlayan mahalleli Şükûfenin feryatlarına koşarlar. Zavallının kocası vefat etmiştir. Sela verilir, imam gerekenleri yapar ve cenaze defnedilir. Aradan tam yedi gün geçer. O gece dua okunur ve herkes evine çekilir.
Sabah saatlerinde kahve halkı yavaş yavaş pişpirik, domino ve papaskaçtı oynarken yukardan sapsarı bir ipekli kadife giymiş olan Şükûfe salınarak gelir ve kahvenin önünden edalı bir şekilde geçer.  Tüm gözler faltaşı gibi açılmıştır. Bahçıvan koca Mestan’ın sesi duyulur.  “Te be more bizim Şükûfe kabak çiçeği gibi açılmıştır be   diye davudi sesiyle benzetmeyi patlatır.
İşte o gün bu gündür. Kabak çiçeği gibi açılmak cümlesi bu gibi durumlarda akla gelen cümledir.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

DOĞA ÇOK MU GİZEMLİ ?


Bizim bilgisizliğimiz doğaya gizemliymiş gibi bakmamıza yol açıyor. Oysa doğa kanunları çok basit, çok açık ve kesin. Biz doğmalardan kurtulup araştırdıkça bunların ortaya çıkması işten bile değil.
İzlediğim belgesel Afrika’daki büyük göçle ilgili. Milyonlarla ifade edilen zebralarla guruların her yıl tekrarladıkları bir git gel göç. Metni okuyan seslendirme sanatçısı, metinde mi öyle yazdığı için yoksa kendisi buna akıl erdiremediği için mi bilmiyorum, şöyle diyor: “Bu muazzam göç birçok sırrı içinde barındırıyor. Bir defa bu yolu nasıl olup da hiç şaşmadan binlerce yıldır izliyorlar, bir de zamanı nasıl tayin ediyorlar. Yırtıcılar onların ne zaman geleceğini nereden biliyorlar.” Bilim insanlarının buna verilecek gerçek ve absürt cevapları mutlaka vardır. Gerçek cevaplar reyting yapmayacağı için geri plana atılmış absürtler ön plana çıkmış olabilir. Her şeyi en ince noktasına kadar inceleyerek bilim tarihine adını yazdırmaya(ve tabii ki parasal getirisine) can atan uzmanların bunu çözememiş olmasını aklım almıyor. Oraları hiç görmeyen ve sık sık belgeselleri izleyen bir kişi olarak benim aklıma takılan gerçek, yine belgeselin içinde saklı. Nasıl mı?

Diyelim ki bir milyon ot yiyen hayvan var. Bunlar yeşeren otları tükettikçe ilerliyorlar. Neredeyse her saat çişlerini ve kakalarını yapıyorlar.  Adım başı milyonlarca litre idrar yol boyunca toprağa karışıyor. Tabii dışkılar ayrı. O da yol boyu toprağa düşüyor. Bizim koku alma duyumuz hayvanlarınki kadar hassas değil. Onların burunları bizden yüzlerce defa daha duyarlı. Düşünün koku ile inşa edilmiş bir otoyol. Ve hayvanlar bunu koklayarak buluyor.

Bence doğada gizem yok.  Ancak nereye bakılmasını bilmek yeterli. Benim bu teorimin araştırılıp araştırılmadığını bilmiyorum ama araştırılmamışsa araştırılmalıdır.

27 Haziran 2014 Cuma

"NERDE O SİYAH BEYAZ GÜNLERİ"



Urfa yaşamımda önemli bir yer tutan kenttir.
1957 yılında Babam buraya tayin olmuştu. Ben ortaokul 3. Sınıfa burada başladım. Çok değerli dostlar edindik burada yaşadığımız yedi yıl içinde. Bu dostlarımız hem yerli insanlar, hem de bizim gibi hayatının bir bölümünü burada geçirmek üzere yurdun birçok yerinden gönderilen insanlardı. Artık 2014 yılındayız aradan geçen bunca yıl içinde o isimlerin bir kısmı aramızdan ayrılmış bir kısmı ise gevşeyen bağlar nedeniyle belirsizleşmiştir. Yine de belleğimde önemli yer tutarak yaşamaya devam ediyorlar.
Hayatımın vaz geçilmez uğraşlarından biri fotoğraf çekmektir. Bu sevgi, Urfa’da yeşermiştir. Sınıf arkadaşım Fevzi Yeşilçimen içimizde makinesi olan tek dostumuzdu. Ondan bir günlüğüne ödünç aldığım makine ile ilk adımları attığımı çok iyi biliyorum. Sonra da karanlık odasında fotoğraf basmayı öğrendiğim Hüseyin Kırcalı.
Fevzi Hukuk tahsili yaptı; Hüseyin Kırcalı ise dünya çapında bir spor fotoğrafçısı oldu. Uluslararası ödülleri olan ve meslek hayatını Milliyette tamamlayan bir usta, bir öncüydü. Türkiye fotoğraf teknolojisinin birçok gelişmesini onunla tanıyıp benimsedi.
1962 yılında artık evimizde bir karanlık oda vardı. Gecelerimin büyük bölümü bu karanlık odada geçiyordu. Fotoğrafçılık adına denemediğim formül, denemediğim teknik neredeyse kalmamıştı. Artık kendisine sorular sorulan bir usta olarak algılanıyordum. Yıllar çabucak geçti. Önce renkli fotoğraf devrimi oldu. Buna adapte olmak benim için çok kolaydı ama artık laboratuvarlara bağımlıydık. Onlar bizim sanatımızın en zayıf halkasını oluşturuyordu. Diyapozitiflerde sorun yoktu ama negatiften baskıda Allaha emanettik. Bir baskı bir baskıyı tutmuyor çok sık hayal kırıklığı yaşıyorduk. Evde baskı neredeyse imkânsızdı. Denemedi yatırım yapmadı değildik ama teknolojinin kendisi evrimini tamamlamamıştı. İşte o zaman elimizden kaçmış olan iplere bakarak siyah beyazın sanatsal ögelerini tartışır olduk.
Zaman geçip de baskı teknikleri mükemmele doğru ilerlerken önce baskı makineleri dijitalleşti. Tek sorun vardı “Kadraj”. Eğer çekimde tam kadrajı tutturamamışsak yine hayal kırıklığı yaşıyorduk. Buna dikkat edip kadrajı fotoğrafı çekerken tam tutturanlar sorun yaşamıyordu. Bunun farkına varamayanlar hâlâ yakınıyorlardı “Nerde o siyah beyaz günleri” diye.
Şimdi analog makineler emekli oldu, dijital makineler yılda birkaç model çıkarıyorlar. Bunları yakından takip ediyoruz alıyoruz ama hala şikâyetçiyiz “Nerede o siyah beyaz günler.”
Oysa bu temelden yanlış. Fotoğraf nasıl çekilirse çekilsin üç unsuru var. Objektif (netlik), ışığın kendisi ve miktarı (ISO, Diyafram ve enstantane) AUTO çekimle veya P ile bunlar makine tarafından otomatik olarak hallediliyor. Bas – çek. Buna rağmen eski günleri anarız “nerde o siyah beyaz günleri”
Sorun dijital fotoğrafların bilgisayar ortamında işlenmesi ile ilgili oysa. Çekim+ yükleme+ düzeltme olmadan mükemmel fotoğrafa ulaşılamaz. Ben fotoşop programı kullanmamayı tercih ederim ama fotoğraflarımda mutlaka kadraj hatalarını kırpma ile ışık problemlerini de ışık ve kontrast menüleri  ile elden geçirir, ondan sonra “işim tamam” derim. Dijital teknoloji siyah beyaz fotoğrafta yaptığımız tüm atraksiyonları fazlasıyla yapabildiğimiz bir teknoloji ve ben hiçbir zaman “Nerde o siyah beyaz günleri” demiyorum. Üstelik en pahalı makine en iyidir düşüncesi de yanlış. Amaca uygun makine ve amaca uygun objektif  önemli.  
Hâlâ Canon D 350 ile D60 ı aynı anda kullanıyor ve farksız sonuçlar almaya devam ediyorum.  Makineden de objektiften de ve teknolojiden de daha önemli bir şey daha var. GÖZ ZEVKİNİZ VE FOTOĞRAF KÜLTÜRÜNÜZ.
 
 

18 Haziran 2014 Çarşamba

GALATASARAY'IN VE LUCESCU'NUN ONURU


Galatasaray çok geniş bir kitlenin hayretle karşıladığı bir açıklama yapmıştı. “Teknik direktör adayımız Lucescu” hayretten ağızları bir karış açık kalmış gazeteciler soruyor “Temas ettiniz mi gelmeye sıcak bakıyor mu” Cevap, “hiçbir sorun yok görüştük gelebileceğini söyledi."

Bir an yüzbinlerce sporsever gibi ben de kendimi Luçesku’nun yerine koydum. Geçmişi şöyle bir hatırladım.

Adam Galatasarayı şampiyon yapmış, Avrupada yarı finale kadar taşımış. Daha da ileriye götürecek. Bir anda kapı dışarı ediliyor ve yerine Fatih Terim geliyor. İki maç sonra da meyveleri Terim toplayıp Avrupa şampiyonu yapıyor takımı. Yani Luçesku’nun pişirdiği yemeği Fatihe sunuyorlar.

Adamın arkasından neler söylemediler ki, ne çingeneliği kaldı ne iş bilmezliği ne de başka şeyleri.

Lucescu sessizce ve hepsini sineye çekerek çekip gitti. Yıllardır da Shaktar Donetsk de başarıdan başarıya koşuyor.

Yine de çok kibar adammış. Eğer palavra değil de kendisiyle görüşmüşlerse “Hasstirin efendiler. Ben iki defa paspas edilip çiğnenecek adam değilim. Ben Galatasaray’ı çalıştırmak değil adını duymak istemem” dememiş. "Gelemiyorum"demiş.

Adamın onuru ile oynadınız, barı onun adını gündeme getirip de refüze olacağınızı bile bile kendi onurunuzla oynatmasaydınız.

11 Haziran 2014 Çarşamba

KAYNANA KRALIN ANNESİ İSE ?...


Kaynana Kralın Annesi  ise..

Eski İran sarayında kimsenin hayatının garantisi yoktu. Saltanat uğruna çok can alınmıştı. Bunlardan en ilginç olanı Kral Ardaşir’in Annesi Perizat ile, karısı arasında geçenidir.

Perizat, Kral Ardaşir’in karısını, kocası Keyhüsrev aleyhine kışkırtıp öldürttüğüne inanıyor ve büyük kin duyuyordu. Ana kraliçe ile gelini birbirlerini bir kaşık suda boğmak istediklerini de biliyorlardı. Karşılaştıkları zaman ise birbirlerine gülümsüyorlar, hatta birbirlerini ziyaretlerde de kusur etmiyorlardı.

Yemeklerde sanki anlaşmış gibi aynı anda aynı tabaktan almayı adet haline getirmişlerdi. (zehirlenmekten karşılıklı olarak korkuyorlardı) Bir akşam Perizat’ın sofrasındaydılar. Ortaya nefis bir av eti geldi. Ev sahibesi Perizat eti kendi eliyle kesti. Bir parçasını alarak yemeye başladı. Diğer parçayı gelinine verdi. O da aklına bir şey gelmeden diğer parçayı yemeye başladı. Eti kesen bıçağın sadece bir tarafının zehirli olacağı kimin aklına gelirdi ki.

Ardaşir karısını öldüren annesini sadece sürgüne göndermekle yetindi. Zira o sırada başka birine aşık olmuştu.

9 Haziran 2014 Pazartesi

ATIN ANAVATANI SİZCE NERESİDİR


ATIN ANAVATANI

       Son yılların en ilginç arkeolojik keşiflerinden biri AT ın vatanının bizim bildiğimizin aksine Asya değil Amerika olduğunun keşfedilmesi imiş. Bulunan kalıntılarda yapılan yaş tayinleri Amerika kıtasındaki at kemiklerinin bundan 12-13 bin yıldan öncesini gösteriyormuş. Asya kıtasında ise 10 bin yıldan daha eski hiçbir at kemiği bulunmuyormuş.         Bu da atın bundan onbin yıl önce Bering köprüsünden Asyaya geçtiğini gösteriyormuş. Araştırmacılar İncelenen Amerika yerlilerinin destanlarından  atın tıpkı buffalolar gibi hatta ondan daha kolay avlandığını ve yendiğini

öğrenmişler. At, Beringden Asyaya geçince asyalılar onu avlamak yerine ehlileştirmeyi tercih ederken Amerikan yerlileri neslini tüketene kadar avlamışlar. Atın tekrar bu kıtaya gelmesi Kolomb'un seferleriyle gerçekleşmiş.
        Kadere bakın ki bu yanlış tercih bir avuç atlı ispanyolun kızılderili ırkını neredeyse ortadan kadıracak kadar üstünlük sağlamasına neden olmuş.

.

4 Haziran 2014 Çarşamba

"KELEBEKLER DİYARINDA" Selim Öztaş ve bir isteğin öyküsü


KELEBEKLER DİYARINDA    
 Selim Öztaş ve bir isteğin öyküsü.

        Yıl 1962 veya 63, Üniversite öğrencisiyim Tıp öğrencisi olan Ağabeyimin arkasından ailenin ikinci yüksek öğrenim işçisi.

         Ud çalmaya çalışıyorum. Tek hocam radyo. Her şarkıyı, her melodiyi, her taksimi onu izleyerek öğrenmeye çalışıyorum. Bir gün ağabeyim kolumdan tutarak İ.Ü.Tıp korosuna götürdü. Şef yine bir tıp öğrencisi Teoman Önaldı. Oldukça iyi bir udum var alıp gittim çalışmaya. Teoman ağabey malın iyisini 100 metre ilerden anlayacak kadar deneyimli. Udu görür görmez hemen eline aldı ve çalmaya başladı. Aman allahım. Ne öyle bir icrayi duydum ne de gördüm. Bir anda yelkenlerim bırakın suya değmeyi teknem de battı. Meğer ben kocaman bir sıfırmışım. Sonra udu elime verip “hadi bir de seni dinleyelim” deyince ben ud icracılığımdan ebediyen istifa ettiğimi söylemek zorunda kaldım.

         Sonra onun yüreklendirmesi ve ısrarıyla titreyen ellerimle tellere dokunmaya başladım. Neyse birkaç kararsız notadan sonra ben de kendime gelmeye başladım. Birkaç makamda dolaşmamı istedi ve sonra da belki de hiç hak etmediğim güzel sözler söyleyerek hevesimin devamını sağladı. Bir süre bu koroda birlikte çalıştık. Orada onun “Kelebekler diyarında” adlı hayran olduğum eserini, “Bahar gelir açar güller” adlı şarkısını hiç unutmadım.

           Yıllar korolarda Türk Sanat müziği icra ederek geçti. Ancak hep aklımda olmasına rağmen notası olmadığı için koromuzda icra etme fırsatı bulamadık. Bir gün merak ederek Facebook ta Teoman ağabeyi aradım. O da üyeymiş. Hemen kendimi tanıtarak Kelebekler Diyarında” nın notasını istedim.

          Hemen gönderdi ama konserimize çok az kalmıştı. Ertesi yıla erteledik. Bu eseri ilk defa duyan İzmitli sanatseverler kuliste ve fuayede hep bunu sordular.

          “Kelebekler diyarında” nın arşivlerden bir türlü çıkmamasından çok rahatsızdım. İzleyicisine ne kadar saygılı olduğunu bildiğim programlardan istekte bulunmaya başladım. Bunlardan ilki sevgili hocaların hocası Selim Öztaş idi. Diğeri de Tahir Aydoğdu.

          Selim Öztaş doğrudan bana mesaj göndererek bu esri bir programda seslendireceklerini söylüyordu. Tahir Aydoğdu ise notasını mümkünse göndermemi mesajlamıştı. Hemen gereğini yaptım ve beklemeye başladım. İşin kötüsü iki haftalık bir seyahate çıkmam gerekmişti ve bu arada çalınır da ben kaçırırsam bu insanlardan nasıl tekrar isteyebilirdim. Selim Öztaş hocaya hemen bunu bildirdim. Gerçekten de iki hafta sonra bana mesaj göndererek 3 Haziran günü icra edeceklerini bildirdi. Bu ilgi, izleyicisine saygı ve mesleğine olan titizliği belki de eserin icrasından daha değerliydi. Türkiye gibi bir ülkede normal bir vatandaşın böyle bir saygıyı hele hele çok ünlü bir sanatçı tarafından görmesi inanın göz yaşartıcı. Üstelik bu eserin tüm hikâyesini de anlatarak beni ve Dr. Teoman Önaldı’yı onore etmesi ayrı bir incelikti. Tabii ki haksızlık etmeyeyim. Gerçek sanatçılar daima bu yüce gönüllülüğe ve inceliğe özen gösteriyorlar ve karakterlerinde de var. Çiğdem Yarkın, Galip Sokullu, Doğan dikmen, Tahir Aydoğdu temas ettiğim ve daima da aynı incelikle mukabele gördüğüm  sanatçılar.

       Tek bir dileğim kalıyor geriye, nice besteler var ki tozlu arşivlerde gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Bunların bize ulaşması için ille de bestecilerinin ölmesi  mi gerekiyor. Onların sağlığında bunların çalınıp söylendiğini görmeye hakları var. Sevgili program yapımcılarının buna özen göstermelerini diliyorum.
          Dr. Nevzat Atlığa “Hocam şimdiye kadar yaşayan hiçbir sanatçının eserini seslendirmediniz “ demişler. Bu eleştiri ona çok koymuş ve bir konserden sonra “Hani hayattaki sanatçıların eserini seslendirmiyorduk. İşte Muzaffer İlkar’ın bir eserini seslendirdik “ deyince “Hocam hakkın rahmetine kavuşalı neredeyse iki yıl oluyor” demişler. (Tam olarak belki böyle değil ama yakın ve gerçek imiş.)
 
 
 

30 Mayıs 2014 Cuma

VAROŞUN RUHU

Varoş ve Kentsel dönüşüm. 





     Burası İzmit. Bekirpaşa'nın doğuya, Otogara bakan yüzü. Gördüğünüz gibi, her renk, her büyüklük ve özgünlükte konut var. Çok değil en fazla 30 - 40 yaşında bir mahalle, kaç tanesinin kaçak, kaç tanesinin ruhsatsız, kaçının depreme dayanıklı olduğunu elbette ki bilmiyorum. ama bildiğimi bir şey var hem çok mutlular hem de çok tedirgin.

     Mutlular, küçücük de olsa bahçeleri, azıcık da olsa ağaçları, konserve kutularına ekilmiş küpe çiçekleri, sardunyaları var. Tam karşımda duran iki katlı mavi evin asması, onun iki sıra üzerinde garajında minibüsü olan köşk misali minik sarayı, kıvrıla büküle ama her evin önüne kadar gelen yolu var. Her biri aynı caminin aynı imamın ardında namaz kılıyor önünde musallaya konuyor.

      Burada kadınlar gün boyu birbirini ziyaret ediyor, laflıyor, çay kahve börek atıştırıyorlar. Mahallede birinin başı ağrısa hepsinin haberi oluyor ve nane limon kaynatmaya koşuyorlar. Çocukları oynayarak, kavga ederek, bir annenin " gelin hele acıkmışsınızdır börek yaptım" davetiyle her şeyi unutup koşup gelerek büyüdükleri bir mahalle burası. Sokak düğünleri yapılır burada. Kadınların yaz sıcağında evlerinin önüne çıkıp yol kenarında örgü örüp serinledikleri yerler buralar. Kimsenin kimseye maldan mülkten tafra atmadığı, konforu az ama mutluluğu çok insanların yaşadığı yerler buralar.

      Tedirginler, yasal haklarını bilmedikleri için, yasa karşısındaki yerlerinden haberdar olmadıkları için, eninde sonunda gerekirse zor kullanarak bu evlerin ellerinden alınacağından emin oldukları için.

      Yasa, oturma ruhsatı olmayan bir yapıya elektrik su ve doğal gaz bağlamayı yasaklamış. Oy uğruna bu hizmeti götürüp yasal olmayan yolla yasal hale gelmiş bu yerleri şimdi Kentsel Dönüşüm adı altında yasa zoruyla yerle bir edeceklerinden korkuyorlar.



       Kim daha konforlu, daha yüksek standartlı ve daha rahat bir yerde yaşamak istemez ki. ama her şey konfor mu. bu komşuluk ruhu, yaşama sevinci, doğallık ve mahallelilik bilinci ne olacak.

       Çok insan, çok ama çok konforlu yerlerde oturuyor, kapı komşusunu tanımıyor, aynı asansöre iki farklı kişi binmiyor, selam yok sabah yok. Birbiriyle göz göze gelmemek için insanlar sürekli yere bakıyor. Değil başın ağrısa, kalp krizini kapının önünde geçirsen dönüp bakacak kimse yok. Böyle konfora ben ne diyeyim. Üstelik o konforun bedeli de çok yüksek.

      Uygarlık çok faktöre bağlı ama bunun en önemli iki yaratıcısı var İnsan ve zaman. Kentler ucundan kenarından bir şekilde dönüşüyor ama zorlama olanının bir uygarlık belirtisi göstermesi çok uzun zaman alıyor. Her mahalle, her sokak, her cadde, her semt ve her kent eninde sonunda evrilir. Bu hazmederek, ruhunu kaybetmeden, düşmanını birlikte yaratmadan evrilen uygarlıktır. Siz bunu mutasyonla yapmaya kalkarsanız o mahallenin, o kasabanın, o kentin genleriyle oynamış ve ruhunu ortadan kaldırmış olursunuz. Böyle ruhu yok edilmiş zombiler politikacıların oyuncağı robotu olmaya mahkumdur. Kendi düşmanını da yaratır ve bu yalnız insanları yıldırmak terörize etmek de çok kolaydır.

      Aslında yapılmak istenen de tam olarak budur.

25 Mayıs 2014 Pazar

RADYO GÜNLERİ VE GALİP SOKULLU


Radyo Günleri ve Galip Sokullu.

Radyo sözcüğünü ilk defa 1948 yılında Van’ın Başkale ilçesinin şimdiki adı Albayrak olan köyünde duydum.5 yaşındaydım. Evimize konuk olan bir subay anlatıyordu. (Babam astsubaydı) “Emin Bey düğmesini çeviriyorsunuz karşınızda Ankara. Ajans, şarkılar, türküler….”

Hayal gücümü ne kadar yorsam da bir radyo imajı yaratamıyordum ama kitap gibi bir şeye monte edilmiş bir palto düğmesini yaratabilmiştim belleğimde. Ama içine bir insanın nasıl sığacağını çocuk mantığımla bir türlü çözememiştim.

Radyoyla tanışmamız (tabii ailece) tayinimiz Konya’nın Çumra ilçesine çıktığında gerçekleşti. Zengin evlerinin çocukların erişemeyeceği kadar yüksek bir rafa konmuş radyoları hiç de benim hayal ettiğim kitap gibi ve üstüne palto düğmesi dikilmiş hayalime benzemiyordu. Göz alıcı devasa bir mobilyaydı.

Bir bazuka mermisi kadar büyük bir yuvarlak pil ile 3-4 kilo çeken bir de devasa ikinci pille çalışıyordu bu radyolar. İki defa pil değiştirmek neredeyse bir radyo parasıydı belki. Onun için öyle her zaman açılmazdı. Ajans saatleri ile Perşembe günleri Radyo Tiyatrosu saati kesin açılırdı; ama diğer programlardan şarkı ve türkünün dışında bir şeye pil harcanmazdı. Biz de sanırım 1952 yılında radyo alabilecek duruma gelmiştik. Bizim şansımıza teknoloji ilerlemiş ve pilli cereyanlı radyolar çıkmıştı. Yine de bir sorun vardı. Elektrik santrali gündüz 12-13.30 ve gece de 17-24 arası elektrik verirdi. Bu saatlerin dışında yine pile ihtiyaç vardı.

Bu efsunlu günler TV evlere girene kadar “Radyo günleri”  hayatımızın en önemli aygıtıyla renklendi, değişti ve hayatın önemli bir parçası olarak evrildi. En güzel bilgileri, en güzel tiyatroları, en güzel bilgi yarışmalarını, Şerif Arzık’dan radyo gazetesini, Feridun Fazıl Tülbentçi’den Kahramanlar geçiyoru, Aka Gündüz’den Pazar sohbetlerini, Orhan Borandan İpana bilgi yarışmasını ve bir gün Alpaslan Türkeş’ten silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğunu dinledik.

Ancak hiç doyamadığımız şarkı ve türkü programlarıydı. Müzik zevkimiz radyo ile doğdu, gelişti ve belleğimize aktı. Onunla, erişilemez insanlara seslerinden bedenler, yüzler ve profiller çizdik. Sonra da “Radyo haftası” adlı dergiciklerle onların foroğraflarını ve hayatlarının küçük kesitlerini görmeye ve dedikoduları okumaya başladık. Hepsi ulaşılmaz yücelikte, saygın ve insanüstü kişiler olarak saygımızı sevgimizi kazandılar. Ekrem Güyer’in ölümü neredeyse ulusal bir yası sessizce tutmamıza neden olmuştu.

Şimdi bile saz heyetlerinin adlarını sayabilirim. Kimler yoktu ki. Vecihe Daryallar, Yücel Aşanlar, Tarık Kipler, Ercüment Batanaylar, Fulya Akaydın, Yorgo Bacanoslar, Musa Kumral, Zühtü Bardakoğlu, Cengiz Dişçioğlu, İzzet Altınbaş, Erköse kardeşler Nuri Günler ve daha niceleri.

Seslerden de ben sanat müziği hayranı olarak yolumu çizdiğimde Yurdagül Eroğlu, Tülin Korman, Sevim Erdi (Deren) Ekrem Kongar, Dündar Balkan, Salih Dizer, Kemal Öncan o dönemlerin önemli sesleriydi. Mustafa Sağyaşar, Yaşar Özel ikilisine karşı kadın sanatçılardan Nesrin Sipahi ve Güzide Kasacı yakın dönemlerde ortalığı kasıp kavurmaya başlamışlardı. Nedense onlar gazinolarda da söyleyebiliyorlardı.

Dönem dönem yeni yıldızlar parlıyor ve kalplerimizde pek çok taht kuruyor ve onları bu tahtlara oturtuyorduk. Tv nin yavaşça radyoyu kenara itmeye başladığı sıralarda iki cepheden de ikişer sarışın aniden gözlerimizi kamaştırmaya başladı. Kadın sanatçılarımızdan Serap Mutlu ile Mediha Şen erkeklerden  Özer Uçar ve Galip Sokullu.

TV nin inanılmaz baskısı, buna bir de özel TV lerin serbest kalmasının yarattığı kirlilik bu dev sanatçıların ne yazık ki hak ettikleri ulus çapında üne kavuşmalarının önünü kesmiş oldu. Bizler onlara doyamadan aktif radyoculuklarını tamamlayarak başka hayatlara yelken açtılar. Teknolojiye prim vermeyenler TRT nin vefasızlığı da eklenince unutulmaya yüz tuttular. Biri hariç. Galip Sokullu.

Galip Sokullu kendi evrimini gerçekleştirerek her gün bir veya en fazla iki şarkısını Facebook aracılığı ile sevenlerine gönderiyor. Bu en azından beni ve benim gibi şarkılarına ulaşan sevenlerini çok mutlu ediyor. Birileri Youtub’a şarkı yüklüyor bu da önemli ama bir sanatçının kendisinin denetiminde bu işi yapıyor olması çok daha doğru bence. Dileğim kalplerimizde kurulu tahtlarda gittikçe silikleşen krallarımız ve kraliçelerimiz bizimle irtibatı koparmasınlar. Artık ne eski plakları ne de kasetleri çalacak, onlardaki kayıtları dinleyecek ekipmanlar kaldı. Bende yüzlerce kaset var ama kasetçalarlarımı tamir edecek yedek parça bulunmuyor. Haydi hayranı olduğumuz sevgili idollerimiz sizi dijital dünyaya bekliyoruz.

 

22 Mayıs 2014 Perşembe

YA ÖLMEYENLER ?

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış
her gün yeniden açarmış kanayan rengiyle...
Ben kalanlar için de pembe hayaller kurmak istiyorum

         Maden kazası başta Erdoğan ve bakanları olduğu halde tüm Türk halkımızın acıma duygularını ayağa kaldırdı. Vaatler ve yardım kampanyaları öyle anlaşılıyor ki ölenlerin yakınlarını seslerini çıkarmayacak kadar memnun edecek. Bana kalırsa azdır bile. Daha çoğunu daha kalıcısını ve daha kurumsallaşmış olarak bu ölümlerin bedelini ödemeliyiz. Benim söylemek istediklerim bu maddi ve manevi yardımları küçümsemek asla değil. Ancak bazı başka şeyleri de düşünmeliyiz.

          Bir defa bu yardımlar bu ölümlerin baş sorumlusu olan maden sahibinin yükünü hafifletme sebebi olarak görülmemelidir. "Eh halkımız ve devletimiz ev aldı para verdi çocuklarınız okutulacak. Maden sahibine de fazla yüklenmeyin artık" denecekse ben bu işte yokum.

          Bir de madenden sağ çıkmayı başaran ama, şu anda işsiz durumda olan işçiler ne olacak? Ölenlerin ailelerine gönlü zengin, eli açık SGK bir defaya mahsusu 421 TL defin parası verdi üstelik cenazeleri de devlet kaldırdı. Yani ilk bağış bir defalık 421 lira, sağ kalan işçilere Kızılay birkaç gün yemek verdi ama sonrası belirsiz. Onlara da Gazilik maaşı mı bağlanacak?

           Yarın maden kapanır şirket sahibi de iflasını ilan derse ne olacak? Bir tarafta eşini, babasını, evladını kaybedenlerin refahı, diğer tarafta hayatını kurtarıp sefalete, işsizliğe ve kapkara bir yoksulluğa mahkum insanlar mı olacak. Bunu merak ediyorum doğrusu.

           Bu kaza bir tarafta 301 ateş düşmüş ailenin Türk milletinin sinesinde teselli bulmasını yaşarken bir tarafta kurtulduğuna sevinemeyen Azrail'in pençesinden kurtulmuş ama işsizliğin  daha kahredici pençesine düşmenin acısını yaşayacak olan binlerce aileyi düşünmek istiyorum. Onlar ilerde aç kahramanlar mı olacak?

19 Mayıs 2014 Pazartesi

vuralınyeri: GELİNCİK VE GELİNLİK

vuralınyeri: GELİNCİK VE GELİNLİK:          Bu çiçeğe neden gelincik dendiğini merak eder dururdum,          Ya onun incecik bedeni üzerinde süzülüşündendir ya da genelde ...

14 Mayıs 2014 Çarşamba

GELİNCİK VE GELİNLİK



         Bu çiçeğe neden gelincik dendiğini merak eder dururdum,
         Ya onun incecik bedeni üzerinde süzülüşündendir ya da genelde boynu bükük olmasındandır diye hüküm verdiğim de olmuştur. Bunları sadece bir gelincik çiçeği ya da tarlası gördüğüm kısa anlarda düşünmüş olduğumu sanıyorum.
         Bir gün Anadolu'nun bir kasabasından geçerken rastladığım bir gelin alayı birden jetonumun düşmesine neden oldu. Anadolu'da gelinler kırmızı giyiyor olmalıydılar.
        Nisan ayında bir gelincik fotoğrafı çekince bunu araştırıp yazmaya karar verdim.
        Gelinliğin eski Mısır'da Çin'de ve Hindistan'da giyilmeye başlamış olduğu bazı kaynaklarda geçiyor.
        Türklerin bu geleneğe katıldığı ama renk konusunu gelenekleştirdikleri ve Kırmızıyı seçtikleri anlatılıyor.
       Gelinlik yapamayacak kadar yoksul kesimlerde ise en azından  mutlaka başa Kırmızı bir duvak takılma adetinin varlığı anlatılıyor. Batıya da gelinlik giyme adetinin Türklerden geçtiği iddiası yer almış. Bu günkü beyaz gelinlik modası ise Kraliçe Victoria'nın ilk defa beyaz bir gelinlik ve uzun bir duvak yaptırması ile Avrupa'da yön değiştirmiş. Artık gelinlik rengi beyazda sabitlenmiş
      II Abdülhamit'in kızı Naime Sultan Kemalettin paşa ile evleneceği zaman Avrupa'da gördüğü beyaz gelinliği ısmarlayarak ilk defa Osmanlıda beyaz gelinlik modasını başlatmış oluyor.
       Modacılar beyaz gelinliğe bir takım anlamlar yükleyerek bir sektörün sağlam temellerini oluşturma gayreti ile beyazı saflık, temizlik (el değmemişlik= bakirelik) olarak tanıtmışlardır. Türk gelenekleri Anadolu'da yavaş yavaş terk edilip beyaza geçilmiş olsa da kırsalda hala kırmızı gelinlik kullanılıyor. Kentsel yaşamda ise sadece gelinin beline dolanan bir kırmızı kurdele ile bu gelenek son direncini gösteriyor.
      Gelincik çiçeğinin neden bu adı taşıdığı da böylece çözülmüş oluyor benim zihnimde.

 

6 Mayıs 2014 Salı

JÜPİTERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


     Jüpiter ve 1610 yılında ilk kez görülen uyduları hala dönüyor ama daha 59 uydusu daha var.


Güneş sistemimizin en büyük gezegeni Jüpiter,  Güneşe uzaklık bakımında 5. Sıradadır. Büyük ölçüde hidrojenden oluşmuş bir gaz gezegendir. Çapı yaklaşık 140.000 km (11,3 Dünya çapı) Kütlesi ise bir gaz gezegen olduğu için Dünyanın sadece 318 katıdır. Jüpiterin bir günü yaklaşık 10 saattir. Bir Jüpiter yılı 12 dünya yılına eşittir.  Galileo kendi yaptığı teleskopla 4 uydusunu izlemiş ve bunların turlarını hesaplamıştır. Bu dört uyduya “Io, Ganimede, Europa, Callisto” adlarını vermiştir. Galileo bu keşfi 1610 yılında yaptı. 1970 yılına kadar 9 uydu daha modern teleskoplarla keşfedildi. Voyager uzay sondasıyla uydularının sayısının 63 olduğu ve çok silik bir halkasının varlığı keşfedildi. Benim çektiğim Jüpiter ve uydularının fotoğrafları 1610 yılındakinden daha ileri değil. Sadece o zaman fotoğraf icat edilmediği için benim üzerine koyabildiğim sadece fotoğrafını çekebilmek. Yoksa daha 59 tane benim göremediğim uydu var.

Bir şey daha var Galileo benden daha şanslıydı. Bu günlerde belki de bu yıllarda Jüpiter dünyadan en uzak zamanlarını yaşıyor. Daha yakın olduğu zamanlar benim teleskopumla bile görülecek kırmızı fırtına gözünü o görmüştü ve o fırtına 400 yıldır gözleniyor ve duracak gibi de görünmüyor. İnsanlık bir gün dünyayı yok edeceğini o kadar iyi biliyordu ki. Bu ev yıkılınca nereye yerleşeyim diye diğer gezegenlere gözünü dikmişti. Önce Venüs fos çıktı. Ardından Jüpiter ve Mars, başka güneş sistemlerine zayıf ümitlerimizi bağlamıştık ama oraya gitmek daha da büyük sorun. Şimdi dünyayı yani evimizi restore etmenin çarelerini düşünür olduk.  Rezidansları dolaşıp gücünün asla yetmeyeceğini anlayan kadın gibi “Evim gibisi yok sadece bir badana bir de koltukların yüzünü değiştirirsem bana yeter” diyerek elindekiyle yetinmek zorunda kalan dünyalılarız biz.

4 Mayıs 2014 Pazar

Fotoğrafı yalan için kullanmak

     Birkaç yıldır  fotoğraf sitesi PANORAMİO da sayfam var. Onbinlerce üyesi milyonlarca izleyicisi olan bir site. Burada onaylanan fotoğraflar Google Earth üzerinde de işaretlenip yayınlanıyor. Google Earth üzerinde merak ettiğiniz herhangi bir yere geldiğinizde bir yığın orayla ilgili fotoğraf da görülebiliyor. Buraya kadar güzel. şimdi hikayeye geçiyorum.
     Ben, 1945-1949 arasında Van, Başkale şimdiki adıyla Albayrak bucağında çocukluğumun en tatlı dört yılını geçirdim. Orayı hiç bir zaman unutmadım. Taş taş ağaç ağaç hafızamdadır bu 30 hanelik köy. Burada bir de askeri birlik vardır. onun arazisi içinde de bir kilise vardır. Bir türlü kısmet olup da gidemediğim için sık sık Google Earth dan burayı bulur görüntüyü büyütür ve köyü dolaşırım.
     Bundan bir ay kadar önce bir baktım fotoğraflar yüklenmiş. heyecanla tıklayıp açtım. ve şok geçirdim.
     Yıkık bir takım kilise resimleri koyarak 1960 dan sonra Türk Ordusu tarafından havaya uçurulduğu ve tipik bir Türk Vandalizmi olduğunu yazıyordu. üstelik 1960 dan önceki hali diye de bir fotoğraf konmuştu. Albayrak'taki kilise ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu fotoğrafların. Hemen Google Earth a yazarak bunun bir yalan olduğunu bildirdim.
     1949 yılında kilise kısmen yıkıktı. kubbesi kısmen çöküktü ve askeri birlik burayı korumaktaydı. Kapısında daima bir nöbetçi olduğunu biliyorum. (Babam Albayrakta assubaydı) askeriyenin orayı onarmaya ne yetkisi ne de parası vardı. ve her kış metrelerce kar yağar ve 8 ay kar kalkmazdı. yani bu tür yapılar aslında tabiatın vandalizmine teslim olmuştu.
     Yine de o kilisenin dört duvarının da hala ayakta olduğunu asla havaya uçurulmadığını biliyorum.
Fotoğrafı göndereni Google Earth uyarmış olmalı ki adam bana cevap vermek zorunda kalmış. Bana 
"Haklısınız o resim başka kiliseye ait ama bunlara ne diyeceksiniz" diyerek adeta bilinen propaganda destanını yazmış.
     Karşılık olarak ben de "Polemik yaratmak istemediğimi tarihçi olmadığımı ama gönderdiği fotoğrafın bir yalanı desteklemek için başka bir yerin fotoğrafını kullanmış olduğunu kanıtladığımı bunun da bana yeteceğini" yazdım.
     Meşhur ANİ harabeleri vardır. Kars sınırları içinde Arpaçay nehrinin kenarındadır ve gerçekten de çok güzel Ermeni Kilise mimarisinin örneklerine sahiptir. Türk Devleti onları korumak ve onarmak için büyük gayret sarfetmektedir ancak önemli bir sorun vardır. Arpaçay nehrinin tam Ani'nin karşısında Ermenistan, taş ocağı açmıştır. ve sürekli dinamit atılmaktadır. Defalarca Dışişleri dinamitin yarattığı sismik dalgaların ANİ kiliselerine zarar verdiğini ve dinamitten vaz geçmelerini istediği halde onlar bunu daha sık yapmayı seçmişlerdir. amaç bellidir. Yık sonra da Türk Vandalizmi diye propaganda yap.
     Bir fotoğraf sanatçısı geçinen kişinin sahte fotoğraflarla Türkleri Vandal olarak ilan etmeye çalışması onların her şeyi yapabileceğinin belgesidir.
      Kendisine sorduğum bir soru da vardı. "Osmanlının Avrupada bıraktığı binlerce Cami, Köprü, Hamam ve diğer mimari eserlerin yok edilmiş olması VANDALİZM değil mi. bunun cevabı tabii ki yok.

12 Nisan 2014 Cumartesi

KİTAP YAZMANIN ÇİLESİ


       Kitap yazmak Türkiye gibi bir ülkede ne demektir iyi bilirim. Bir araştırma yaparsın kitap haline getirirsin sonuçlar o günkü yöneticinin hoşuna gitmez yayınlatmaz. Aradan yılar geçer bir bakarsın yönetici değişmiş sen emekli olmuşsun, kitabın başkası tarafından eğilmiş bükülmüş sonuçlar hoşa gidecek hale getirilmiş ve başka bir adla yayınlanmış. Deliye dönersin, hakkını ararsın.
Sonuç mahkeme kapılarında koşturursun. Kazanırsın ama artık iş işten geçmiştir.

       Birikimlerin vardır, yaşanmışlıklar vardır. Boş durmaz bunları kitap haline getirir, kendi bilgisayarınla basar yayınevlerinin yolunu tutarsın. Üstüne atlarlar ama fatura hep sana çıkar. Baskı için şu kadar, yayım ve dağıtım için şu kadar ödeyeceksin. Satışlardan gelecek para altı ay sonra sana dönmeye başlayacaktır (tabii gelirse). Başka bir alternatif de bütün hakları yayınevine vereceksin masrafları onlar karşılayacak sana da 150 adet kitap verecekler benzeri alternatifler.
Yani pastayı mutlaka başkaları yiyecek.

       Sevgili arkadaşım Necdet Güler bütün bunları yaşadı. Kitabın altındaki imzayı bile paylaşmaya kalkan bürokratlar oldu. Ama o yılmadı. Ömrünün amacı olan kitabını bedelini son kuruşuna kadar ödeyerek üstelik posta paralarını da ilave ederek yurdun her tarafındaki Üniversitelere, bakanlıklara, kütüphanelere ve okullara dağıttı. Meslektaşlarına ayaklarına kadar giderek imzalayıp verdi. Bu insanlardan çoğunun kitabın kapağını bile açmayacaklarını biliyordu ama, onun görevi kitabın ulaşması gereken kişi ve kurumlara ulaştırmaktı. Faydalanıp faydalanmamak onlara kalmıştı.

       Lütfedip bana da bir imzalı kitap verme inceliği gösterdi. Bir solukta okudum. Hakim olduğu İtalyanca ve Fransızcası ile muazzam bir iş çıkardığı çok açık. Yüzlerce yayın taramış, tercüme etmiş, değerlendirmiş ve örneklemiş.

       Kimseye boyun eğmeden, emeğini birkaç kuruş uğruna başkası ile paylaşmayan ve yine de bu kurumlara deste deste kitabı armağan eden sevgili dostumu kutluyorum.

      Kitabının peşinde koşup ,allem edip kallem edip başarısına ortak olmaya kalkanlara en güzel cevabı kitabı kendi imkânlarını zorlayarak bastırarak bir tokat gibi yüzlerine çarparak vermiş olması ayrıca takdire şayan.
Kitabın Adı: KENTLEŞMENİN BİYOLOJİK FATURASI
Yazan         : Orman Yük. Mühendisi NECDET GÜLER
Kapak tasarımı: Heykeltraş AYCAN GÜLER

 

         

26 Mart 2014 Çarşamba

İÇİMİ ACITAN BİR DOKTOR YAZISI.

Ben hastalanınca hiç rapor almak istemem çünkü kayınbabam evdeyse sabahtan akşama kadar çalıştırır söylediği şeyi yapmazsan yirmi kere söyler canından usandırır; yoksa annem gelir niye boş duruyorsun diye söylenir laf sayar hatta bağırır
Çocuklarım doğduklarından beti azarlanan Rus hizmetçi nadya olarak beni gördükleri için devamlı üstüme konuşur, hırpalarlar.
Kocam eğer bir gün evde kaldığımı öğrenirse dört dörtlük mamur yemek bekler.
İşe gidince hastalar doktor hasta olur ...mu der ayıplar seni ; oysa hasta olmanın nedeni birinci basamakta hep enfeksiyonu hastaları muayene etmendir
Zaten hastalıktan ayakta duramıyacak halde bile olsan dört dörtlük hizmet beklerler ve sen rapor al yerine sağlam biri gelsin diye akıl verirler oysa hastalık raporu aldığında yerine kimse gönderilmez.
Gün boyu hastalar olmayacak taleplerini yerine getirmeyince laf sayar hatta bağırır dövmekle şikayet etmekle tehdit eder. Dört saat tuvalete gitmeden nefes almadan çalışmanı bekler ve tuvalete gidecek olursan tuvaletin kapısında durup nereye gidiyorsun doktor der.
Olsun bir saat öğlen arası var diyeceğim fakat nedense birilerinin hep Acil işi vardır tam 12 de gelir ve bir baksan ne olur der . 12 :50 de sabahın hastasını bitirdiğim bir gün 13: 02 de bir hasta bu doktor mesai birde başlamıyor diye bağırmaya başladı bir kaç hafta önce
Ve herşeyin Allah'ın takdiri ve imtihanı olduğunu düşünüp sabredersin
Ağlamak istersin ağlıyamazsın gülümsersin hakaretleri esprilerle savuşturursun.
Onun için gelip sana derdini anlatan oturup ağlayan hastalarına daha bir yakın davranır yardım etmeye çalışırsın
Belki de içindeki büyümeyen hırpalanan ezik çocuğa yardım ediyorsundur bilmeden
Ve aylardır sık sık gelipdertlerini anlatan hatta ağlıyan bu hastalardan biri antidepresant ilaç yazmayı teklif ettiğin için seni şikayet eder
Kanatları yardım ettiği kişi tarafından koparılan bir melek gibi hissedersiniz kendinizi
Ben çocukken anarşi vardı, can güvenliği yoktu,orda burda bombalar patlardı
Hatta 12 Eylül olduğunda bu halk çok sevinmiş anayasaya da yüzde doksan dokuz oy vermişti
Yine bir çocuk ölmüş diyorlar
İçim yandı
Sonra düşündüm çocukken bir bombayla veya kurşunla ölsem melek olsam belki bu ülkede büyüyüp doktor olmaktan ve kadın olmaktan daha iyi olurdu ...

Not: Bu yazı doktor arkadaşımız Nadide Kale tarafından yazılmıştır. Doktorların neler çektiğini hele bir de hanım doktorların durumunu hiç düşünmediğimi anlamış oldum.

22 Mart 2014 Cumartesi

SERÇELER VE BİZ

  Yapılan gözlem ve sayımlar bütün dünyada serçelerin önemli oranda azaldığını gösteriyormuş. Bu azalma İngiltere'de %68 civarındaymış.
   Tarımla uğraşanlar kuşları sevmez. Onları uzak tutmaya ve hatta öldürmeye meyillidirler. Hele hele serçeler. Onlar insandan da korkmayacak kadar adapte olmuş kuşlardır. Ayaklar altında dolaşır bulduğunu yer.
    Güvercinler, kırlangıçlar, leylekler kutsal sayıldıkları için görmezden gelinir. Ama ya serçeler.
    Tarımda ürün kaybına neden olan canlılar içinde en büyük paya sahip olanlar böceklerdir. Bunlar daha tohum toprağa düştüğü andan itibaren zarara başlarlar. Mantar ve diğer hastalıkları dışarda tutarsak böcekler aleminin ürüne %30 a varan zarara sebep oldukları saptanmıştır. Böcekler kuşların en sevdiği ana menüsüdür. Serçeler kalabalık gruplar halinde yaşadıkları için beslenmeleri de böcekler ve kısmen de tohumlarla olur. Bir serçenin günde 170 adet böcek yediği tespit edilmiştir.
    İnsanlar diğer canlılarla ortak yaşadıkları topraklardan elde ettiği ürünün tamamına sahip olma güdüsü ile böceklerin, kuşların kökünü kazımak ister. Onları birer hırsız ve zararlı yaratık olarak görür. Çare de zehirli ilaçlarla onları yok etmektir. Gerçi kuşlara doğrudan zehir vermek yasalarla önlenmiştir ama bu zehirlenmiş böceklerle beslenen kuşlar kronik zehirlenme sonucu ölmektedirler.
    İşte bizim adımıza zararlı böcekleri yok eden bu kuşların bedava hizmeti varken tarım ilaçları ile hem onları hem de kendimizi yok etmekteyiz.
    Hindistanda üç yıldır dünyanın en faydalı kuşu SERÇE için hafta düzenleniyor ve kutlamalar yapılıyormuş. Acaba bizler Hindistandan kaç yıl sonra bu bilince varacağız

12 Mart 2014 Çarşamba

İDAM CEZASI KALKMAMALIYDI

İdam cezası kalkmamalıydı.

         Yaşam hakkı bahanesiyle idam cezası kalktı. Yaşam hakkı tanımayan kaatiller için. Yaşam hakkını hiç mi hiç tanımayan canavarlar daha da canavarlaştı. Bir araştırma var mı bilmiyorum ama bence idam kalkmadan öncesi ile sonrası karşılaştırıldığında birden fazla cinayet işlenmesi arasında büyük fark olduğunu görebilirdik diye düşünüyorum. En son cinayet haberi bir anne ile koruması polisin aynı silahtan çıkan kurşunlarla adliye kapısında öldürüldüğü haberidir. 19 yaşındaki kaatil bir kahraman edasıyla başı dik olarak görüntüleniyor.
         Kimlere idam verilirdi: hatırladığım kadarı ile, tasarlayarak işlenen cinayete, birden fazla adam öldürene, ana baba kaatillerine, öldürdükten sonra cesede vahşice davrananlara, cesedin yerini değiştirip izleri yok etmeye kalkanlara.... ben hukukçu değilim ama bunlara idam verildiğini biliyorum.
         Kaatiller her zaman normal vatandaştan, hatta çoğu kez avukatlardan bile daha iyi bilirler ceza kanunlarını. Kitaplardan değil tecrübelerden yararlanırlar. İdam yememek için cinayeti bile ona göre işlerlerdi. ya şimdi.
         Nasılsa ağırlaştırılmış müebbetten daha ötesi yok, ister bir ister bin kişi öldür. Amerikada, Finlandiyada ve Türkiyede seri cinayetler üst sınır hep aynı kaldığı için değil mi. Üstelik çıkmayan candan ümit kesilmez. Nice müebbetler birkaç yılda çıkmıyor mu. İşte Alpaslan Aslan çıkmadı mı. işte zirve yayınevinde üç kişiyi boğazlayanlar çıkmadı mı.
         Ohhh ne güzel, al eline silahı her mermi için bir can hesabıyla kitlesel kıyım yap, insan hakkı değil de böcek hakkıymış gibi yaşamları sonlandır ve sana yaşam hakkı verilsin olacak şey değil.
         İnanın ben de birini öldürmeye karar versem pahalıya gittim diye düşünür aynı bedele daha fazlasını yapardım. Çok şükür ki daha tavuk bile kesmedim. Çocukluğumda vurduğum bir serçe hala aklıma geldikçe çok kötü oluyorum.
         İdam cezası caydırıcı bir cezadır. Elbette zıvanadan çıkmış birini engellemeye ne idam cezası ne da başka bir şey engel olmaz ama onu da yasa yoluyla yok ederek toplumun başına dert olmaktan kurtarırsın. Texas yasaları hala idam cezasını uyguluyor. Adalet adalettir. Kaatillerin, canilerin bir defa yaptığı bir şeyi her zaman yapabileceğini akıldan hiç çıkarmamak gerekir.
        Kan davalarının neden sonlanamadığını, insanların kendi adaletlerini yerine getirme dürtüsünün neden sonlanmadığını, neden pek çok cinayetin adliye kapılarında işlendiğini düşünmemizi isterim.
        Hele hele bir de bu canilere devletin kol kanat gerdiği imajını eklerseniz. Adalet isteklerinin neden bunca insanı sokaklara döktüğünü daha iyi anlayabiliriz.
        Umarım bir gün gelir gerçek adalet bütün bu pislikleri temizler. Umut içinde uyumalısın sevgili BERKİN bu insanlar seni cennete uğurlarken bunları düşünüyordu.

 

1 Mart 2014 Cumartesi

SEÇİLMİŞ Mİ? ATANMIŞ MI?

Seçilmiş mi? Atanmış mı?

           Bu günkü iktidar mensuplarının dillerine doladıkları bir aşağılama var. "Atanmış" evet beyazlar "seçilmiş" de zenciler "atanmış" oluyor. "Aşağılık atanmışlar, siz ne bilirsiniz ki. Bir şeyi bilmek için "Seçilmiş olmak gerek seçilmiş."
           Hemen seçim kanununa bakıyoruz.
           "Seçilebilmek için 25 yaşını doldurmak, askerlik yapmış olmak ve İLKOKULU BİTİRMİŞ olmak yeterli.
          Peki atanmış olmak için ne gerekli.
          Çaycı, odacı, kapıcı, gibi işler için EN AZ İlkokul mezunu olmak, sıradan memur olmak için en az lise bitmiş ve KPPS sınavından geçmiş olacaksın. Öğretmen, Hakim, Savcı. Subay,Mühendis, Doktor, Hesap uzmanı....... ve daha pek çok göreve atanabilmek için üniversite bitirecek en az bir dil bileceksin. Şef, Müdür, Daire başkanı, Genel müdür olmak için üniversite bitirmek yetmez yüksek lisans, doktora yapacaksın.
         Atanabilmek için yine de yine de bunlar yetmeyebilir. KPPS, KPDS, TUS, ve daha bilmediğimiz ne sınavları vereceksin.
         Peki de atanabilmek için neden bunlar gerekli?
         Gerekli çünkü devlet mekanizmasının tıkır tıkır, seçilmişlere rağmen yürüyebilmesi için atanacak kişilerin yeterliliğinin kanıtlanmış olması şart. Bu sınavlar aslında bunun için. Yoksa hakkedenlerin önünü kesmek için değil. Onun yöntemi başka. Onun yöntemi MÜLAKAT.
         Seçilebilme şartlarından ikincisi Askerliğini yapmış olmaktı değil mi? Kamu hizmetine atanmanın çoğu kez ilk şartıdır. Seçilememe şartları ile atanamama şartları neredeyse aynıdır.
Şimdi soralım bakalım seçilebilmek mi daha kolaymış atanabilmek mi.
         Elbette seçilmişler arasında en yüksek eğitimi yapmış kişiler var. Çok değerli, donanımlı insanlar var ama olmayanlar da var. Ya da en azından ilkokul mezunu olduğu halde seçilenler olduğu gibi olabilme imkanı da her zaman var. İyi de atanabilmek için böyle açık bir kapı var mı çaycılık kapıcılık odacılık dışında.
         Bir partinin genel başkanına "GENELMÜDÜR" diyerek aşağılamaya çalışmak en azından devletin nasıl ve kimler, hangi nitelikteki kimseler tarafından yönetildiğini bilmemek veya görmezden gelmek anlamına gelir.
         Eğer bu gün devlet hala varsa ve yıkılmamışsa bunu atanmış nitelikli kadroların varlığına borçlu olduğumuza inanıyorum.
         Bir seçilmişin çoğu kez hizmet süresi bir seçim dönemidir. Bu birçok defa seçim dönemleri ile uzayabilir. Bir atanmışın genellikle 25 yıldan aşağı olmadığı gibi 65 yaşına kadar sürebilir. yani 40 yıl. Süreklilik, bilgi birikimi, deneyim ve 40 yıl temiz kalmak bu ancak atanmışların becerebileceği bir durumdur.
 

26 Ocak 2014 Pazar

vuralınyeri: HEYKEL DÜŞMANLIĞI

vuralınyeri: HEYKEL DÜŞMANLIĞI: Heykeller: Eski Zara 1830-1922 de yaşamış bir din adamı TRT AVAZ kanalında “Suyun öbür tarafı” diye bir program izliyorum. Üsküp ş...

HEYKEL DÜŞMANLIĞI

Heykeller:

Eski Zara 1830-1922 de yaşamış bir din adamı

TRT AVAZ kanalında “Suyun öbür tarafı” diye bir program izliyorum. Üsküp şehrine geldiler. Sunucunun adı “Cambaz”. Suyun öbür tarafından olduğu belli. Oraları biliyor ve iyi de diyalog kuruyor. Benim de baba memleketim olduğu için merakla izliyorum. Sonunda Üsküp Vardar köprüsüne geliyoruz. Halamın çocukları köprüden Vardar’a nasıl atladıklarını anlatırlardı. Elbette bir şehrin binlerce yıl aynı kalacağı düşünülemez. Ama sunucu buraya gelince saçmalamaya başlıyor. Birkaç cümlede bir “Her ne kadar köprünün etrafı heykellerle doldurulmuşsa da…” diye başlayan cümleler sıralıyor. Besbelli ki heykelleri put sayan zihniyetin etkisinde. Sonra da ister istemez bazı heykelleri gösteriyor ve en sonunda da öldürücü cümleyi patlatıyor.
“Buradaki hıristiyanlar da bu heykellere harcanan paraları israf olarak görüyor” gibilerden bir cümle ile kendi kanaatini belgelemiş oluyor.

Gabrova Osmanlıdan bağımsızlığın kazanılmasının 100. yıl anısı
1877-1977 yazıyor.
Kazanlık yolu  Bir Bulgar Düşünürü
Eskizara Mitolojik bir anıt
Kominizmin yüceltildiği dönem

Bulgaristan’ı görmüştüm. Hemen her parkta, hemen hemen her köprünün iki ucunda ve ortasında yüzlerce heykel görmüştüm. Bunlar dönemlerinin sanata bakışını da yansıtıyordu. Mitolojik heykeller vardı, Krallık dönemini yansıtanlar vardı, kominizmi yüceltenler vardı ve Bulgaristanın önemli sanatçılarının toplum önderlerinin heykelleri vardı ve çağdaş sanatın soyut eserleri de vardı ve hiçbir dönem diğerini tu kaka olarak görmemiş ve korumuştu. Bu heykellerin önüne geçip de tapınan kimseye de rastlamamıştım.Emekli olduktan sonra bir ara heykel çalışmaya karar vermiştim. Gerekli malzemeleri edinirken yakın bir dostum bana “Atatürk heykeli mi yapacaksın.” Diye sorarak beni hayretten hayrete düşürmüştü. Bizdeki Heykel sanatı ne yazık ki Atatürk anıtlarından öteye geçememişti. Bizim heykel konusundaki ufkumuz Atatürk ile sınırlıydı demek.Tabii “Ucube” leri , “İçine tükürülecek”leri saymıyorum onların hastalığı belli benim üzüntüm aydınlardan yana. Resim sanatımız bile daha emekleme safhasında ve İslami etkileri yasakları kırabilen kafa çok az.




 

SOFYA'ya adını veren St Sofia heykeli
Hıristiyanlığın yüceltildiği krallık dönemi

Ünlü Sofya Tiyatro ve balesi kuleleri heykellerle donatılmış

Sofya Tiyatro ve balesinden detay

Gabrova Hükumet binasından detay

Gabrova prolaterya dönemi

Plovdiv'de bir heykel

Plovdiv konservatuvarı önünde bir sanatçı heykeli

Sofya sanayi devrimi parkı ve anıtı