30 Mayıs 2014 Cuma

VAROŞUN RUHU

Varoş ve Kentsel dönüşüm. 





     Burası İzmit. Bekirpaşa'nın doğuya, Otogara bakan yüzü. Gördüğünüz gibi, her renk, her büyüklük ve özgünlükte konut var. Çok değil en fazla 30 - 40 yaşında bir mahalle, kaç tanesinin kaçak, kaç tanesinin ruhsatsız, kaçının depreme dayanıklı olduğunu elbette ki bilmiyorum. ama bildiğimi bir şey var hem çok mutlular hem de çok tedirgin.

     Mutlular, küçücük de olsa bahçeleri, azıcık da olsa ağaçları, konserve kutularına ekilmiş küpe çiçekleri, sardunyaları var. Tam karşımda duran iki katlı mavi evin asması, onun iki sıra üzerinde garajında minibüsü olan köşk misali minik sarayı, kıvrıla büküle ama her evin önüne kadar gelen yolu var. Her biri aynı caminin aynı imamın ardında namaz kılıyor önünde musallaya konuyor.

      Burada kadınlar gün boyu birbirini ziyaret ediyor, laflıyor, çay kahve börek atıştırıyorlar. Mahallede birinin başı ağrısa hepsinin haberi oluyor ve nane limon kaynatmaya koşuyorlar. Çocukları oynayarak, kavga ederek, bir annenin " gelin hele acıkmışsınızdır börek yaptım" davetiyle her şeyi unutup koşup gelerek büyüdükleri bir mahalle burası. Sokak düğünleri yapılır burada. Kadınların yaz sıcağında evlerinin önüne çıkıp yol kenarında örgü örüp serinledikleri yerler buralar. Kimsenin kimseye maldan mülkten tafra atmadığı, konforu az ama mutluluğu çok insanların yaşadığı yerler buralar.

      Tedirginler, yasal haklarını bilmedikleri için, yasa karşısındaki yerlerinden haberdar olmadıkları için, eninde sonunda gerekirse zor kullanarak bu evlerin ellerinden alınacağından emin oldukları için.

      Yasa, oturma ruhsatı olmayan bir yapıya elektrik su ve doğal gaz bağlamayı yasaklamış. Oy uğruna bu hizmeti götürüp yasal olmayan yolla yasal hale gelmiş bu yerleri şimdi Kentsel Dönüşüm adı altında yasa zoruyla yerle bir edeceklerinden korkuyorlar.



       Kim daha konforlu, daha yüksek standartlı ve daha rahat bir yerde yaşamak istemez ki. ama her şey konfor mu. bu komşuluk ruhu, yaşama sevinci, doğallık ve mahallelilik bilinci ne olacak.

       Çok insan, çok ama çok konforlu yerlerde oturuyor, kapı komşusunu tanımıyor, aynı asansöre iki farklı kişi binmiyor, selam yok sabah yok. Birbiriyle göz göze gelmemek için insanlar sürekli yere bakıyor. Değil başın ağrısa, kalp krizini kapının önünde geçirsen dönüp bakacak kimse yok. Böyle konfora ben ne diyeyim. Üstelik o konforun bedeli de çok yüksek.

      Uygarlık çok faktöre bağlı ama bunun en önemli iki yaratıcısı var İnsan ve zaman. Kentler ucundan kenarından bir şekilde dönüşüyor ama zorlama olanının bir uygarlık belirtisi göstermesi çok uzun zaman alıyor. Her mahalle, her sokak, her cadde, her semt ve her kent eninde sonunda evrilir. Bu hazmederek, ruhunu kaybetmeden, düşmanını birlikte yaratmadan evrilen uygarlıktır. Siz bunu mutasyonla yapmaya kalkarsanız o mahallenin, o kasabanın, o kentin genleriyle oynamış ve ruhunu ortadan kaldırmış olursunuz. Böyle ruhu yok edilmiş zombiler politikacıların oyuncağı robotu olmaya mahkumdur. Kendi düşmanını da yaratır ve bu yalnız insanları yıldırmak terörize etmek de çok kolaydır.

      Aslında yapılmak istenen de tam olarak budur.

25 Mayıs 2014 Pazar

RADYO GÜNLERİ VE GALİP SOKULLU


Radyo Günleri ve Galip Sokullu.

Radyo sözcüğünü ilk defa 1948 yılında Van’ın Başkale ilçesinin şimdiki adı Albayrak olan köyünde duydum.5 yaşındaydım. Evimize konuk olan bir subay anlatıyordu. (Babam astsubaydı) “Emin Bey düğmesini çeviriyorsunuz karşınızda Ankara. Ajans, şarkılar, türküler….”

Hayal gücümü ne kadar yorsam da bir radyo imajı yaratamıyordum ama kitap gibi bir şeye monte edilmiş bir palto düğmesini yaratabilmiştim belleğimde. Ama içine bir insanın nasıl sığacağını çocuk mantığımla bir türlü çözememiştim.

Radyoyla tanışmamız (tabii ailece) tayinimiz Konya’nın Çumra ilçesine çıktığında gerçekleşti. Zengin evlerinin çocukların erişemeyeceği kadar yüksek bir rafa konmuş radyoları hiç de benim hayal ettiğim kitap gibi ve üstüne palto düğmesi dikilmiş hayalime benzemiyordu. Göz alıcı devasa bir mobilyaydı.

Bir bazuka mermisi kadar büyük bir yuvarlak pil ile 3-4 kilo çeken bir de devasa ikinci pille çalışıyordu bu radyolar. İki defa pil değiştirmek neredeyse bir radyo parasıydı belki. Onun için öyle her zaman açılmazdı. Ajans saatleri ile Perşembe günleri Radyo Tiyatrosu saati kesin açılırdı; ama diğer programlardan şarkı ve türkünün dışında bir şeye pil harcanmazdı. Biz de sanırım 1952 yılında radyo alabilecek duruma gelmiştik. Bizim şansımıza teknoloji ilerlemiş ve pilli cereyanlı radyolar çıkmıştı. Yine de bir sorun vardı. Elektrik santrali gündüz 12-13.30 ve gece de 17-24 arası elektrik verirdi. Bu saatlerin dışında yine pile ihtiyaç vardı.

Bu efsunlu günler TV evlere girene kadar “Radyo günleri”  hayatımızın en önemli aygıtıyla renklendi, değişti ve hayatın önemli bir parçası olarak evrildi. En güzel bilgileri, en güzel tiyatroları, en güzel bilgi yarışmalarını, Şerif Arzık’dan radyo gazetesini, Feridun Fazıl Tülbentçi’den Kahramanlar geçiyoru, Aka Gündüz’den Pazar sohbetlerini, Orhan Borandan İpana bilgi yarışmasını ve bir gün Alpaslan Türkeş’ten silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğunu dinledik.

Ancak hiç doyamadığımız şarkı ve türkü programlarıydı. Müzik zevkimiz radyo ile doğdu, gelişti ve belleğimize aktı. Onunla, erişilemez insanlara seslerinden bedenler, yüzler ve profiller çizdik. Sonra da “Radyo haftası” adlı dergiciklerle onların foroğraflarını ve hayatlarının küçük kesitlerini görmeye ve dedikoduları okumaya başladık. Hepsi ulaşılmaz yücelikte, saygın ve insanüstü kişiler olarak saygımızı sevgimizi kazandılar. Ekrem Güyer’in ölümü neredeyse ulusal bir yası sessizce tutmamıza neden olmuştu.

Şimdi bile saz heyetlerinin adlarını sayabilirim. Kimler yoktu ki. Vecihe Daryallar, Yücel Aşanlar, Tarık Kipler, Ercüment Batanaylar, Fulya Akaydın, Yorgo Bacanoslar, Musa Kumral, Zühtü Bardakoğlu, Cengiz Dişçioğlu, İzzet Altınbaş, Erköse kardeşler Nuri Günler ve daha niceleri.

Seslerden de ben sanat müziği hayranı olarak yolumu çizdiğimde Yurdagül Eroğlu, Tülin Korman, Sevim Erdi (Deren) Ekrem Kongar, Dündar Balkan, Salih Dizer, Kemal Öncan o dönemlerin önemli sesleriydi. Mustafa Sağyaşar, Yaşar Özel ikilisine karşı kadın sanatçılardan Nesrin Sipahi ve Güzide Kasacı yakın dönemlerde ortalığı kasıp kavurmaya başlamışlardı. Nedense onlar gazinolarda da söyleyebiliyorlardı.

Dönem dönem yeni yıldızlar parlıyor ve kalplerimizde pek çok taht kuruyor ve onları bu tahtlara oturtuyorduk. Tv nin yavaşça radyoyu kenara itmeye başladığı sıralarda iki cepheden de ikişer sarışın aniden gözlerimizi kamaştırmaya başladı. Kadın sanatçılarımızdan Serap Mutlu ile Mediha Şen erkeklerden  Özer Uçar ve Galip Sokullu.

TV nin inanılmaz baskısı, buna bir de özel TV lerin serbest kalmasının yarattığı kirlilik bu dev sanatçıların ne yazık ki hak ettikleri ulus çapında üne kavuşmalarının önünü kesmiş oldu. Bizler onlara doyamadan aktif radyoculuklarını tamamlayarak başka hayatlara yelken açtılar. Teknolojiye prim vermeyenler TRT nin vefasızlığı da eklenince unutulmaya yüz tuttular. Biri hariç. Galip Sokullu.

Galip Sokullu kendi evrimini gerçekleştirerek her gün bir veya en fazla iki şarkısını Facebook aracılığı ile sevenlerine gönderiyor. Bu en azından beni ve benim gibi şarkılarına ulaşan sevenlerini çok mutlu ediyor. Birileri Youtub’a şarkı yüklüyor bu da önemli ama bir sanatçının kendisinin denetiminde bu işi yapıyor olması çok daha doğru bence. Dileğim kalplerimizde kurulu tahtlarda gittikçe silikleşen krallarımız ve kraliçelerimiz bizimle irtibatı koparmasınlar. Artık ne eski plakları ne de kasetleri çalacak, onlardaki kayıtları dinleyecek ekipmanlar kaldı. Bende yüzlerce kaset var ama kasetçalarlarımı tamir edecek yedek parça bulunmuyor. Haydi hayranı olduğumuz sevgili idollerimiz sizi dijital dünyaya bekliyoruz.

 

22 Mayıs 2014 Perşembe

YA ÖLMEYENLER ?

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış
her gün yeniden açarmış kanayan rengiyle...
Ben kalanlar için de pembe hayaller kurmak istiyorum

         Maden kazası başta Erdoğan ve bakanları olduğu halde tüm Türk halkımızın acıma duygularını ayağa kaldırdı. Vaatler ve yardım kampanyaları öyle anlaşılıyor ki ölenlerin yakınlarını seslerini çıkarmayacak kadar memnun edecek. Bana kalırsa azdır bile. Daha çoğunu daha kalıcısını ve daha kurumsallaşmış olarak bu ölümlerin bedelini ödemeliyiz. Benim söylemek istediklerim bu maddi ve manevi yardımları küçümsemek asla değil. Ancak bazı başka şeyleri de düşünmeliyiz.

          Bir defa bu yardımlar bu ölümlerin baş sorumlusu olan maden sahibinin yükünü hafifletme sebebi olarak görülmemelidir. "Eh halkımız ve devletimiz ev aldı para verdi çocuklarınız okutulacak. Maden sahibine de fazla yüklenmeyin artık" denecekse ben bu işte yokum.

          Bir de madenden sağ çıkmayı başaran ama, şu anda işsiz durumda olan işçiler ne olacak? Ölenlerin ailelerine gönlü zengin, eli açık SGK bir defaya mahsusu 421 TL defin parası verdi üstelik cenazeleri de devlet kaldırdı. Yani ilk bağış bir defalık 421 lira, sağ kalan işçilere Kızılay birkaç gün yemek verdi ama sonrası belirsiz. Onlara da Gazilik maaşı mı bağlanacak?

           Yarın maden kapanır şirket sahibi de iflasını ilan derse ne olacak? Bir tarafta eşini, babasını, evladını kaybedenlerin refahı, diğer tarafta hayatını kurtarıp sefalete, işsizliğe ve kapkara bir yoksulluğa mahkum insanlar mı olacak. Bunu merak ediyorum doğrusu.

           Bu kaza bir tarafta 301 ateş düşmüş ailenin Türk milletinin sinesinde teselli bulmasını yaşarken bir tarafta kurtulduğuna sevinemeyen Azrail'in pençesinden kurtulmuş ama işsizliğin  daha kahredici pençesine düşmenin acısını yaşayacak olan binlerce aileyi düşünmek istiyorum. Onlar ilerde aç kahramanlar mı olacak?

19 Mayıs 2014 Pazartesi

vuralınyeri: GELİNCİK VE GELİNLİK

vuralınyeri: GELİNCİK VE GELİNLİK:          Bu çiçeğe neden gelincik dendiğini merak eder dururdum,          Ya onun incecik bedeni üzerinde süzülüşündendir ya da genelde ...

14 Mayıs 2014 Çarşamba

GELİNCİK VE GELİNLİK



         Bu çiçeğe neden gelincik dendiğini merak eder dururdum,
         Ya onun incecik bedeni üzerinde süzülüşündendir ya da genelde boynu bükük olmasındandır diye hüküm verdiğim de olmuştur. Bunları sadece bir gelincik çiçeği ya da tarlası gördüğüm kısa anlarda düşünmüş olduğumu sanıyorum.
         Bir gün Anadolu'nun bir kasabasından geçerken rastladığım bir gelin alayı birden jetonumun düşmesine neden oldu. Anadolu'da gelinler kırmızı giyiyor olmalıydılar.
        Nisan ayında bir gelincik fotoğrafı çekince bunu araştırıp yazmaya karar verdim.
        Gelinliğin eski Mısır'da Çin'de ve Hindistan'da giyilmeye başlamış olduğu bazı kaynaklarda geçiyor.
        Türklerin bu geleneğe katıldığı ama renk konusunu gelenekleştirdikleri ve Kırmızıyı seçtikleri anlatılıyor.
       Gelinlik yapamayacak kadar yoksul kesimlerde ise en azından  mutlaka başa Kırmızı bir duvak takılma adetinin varlığı anlatılıyor. Batıya da gelinlik giyme adetinin Türklerden geçtiği iddiası yer almış. Bu günkü beyaz gelinlik modası ise Kraliçe Victoria'nın ilk defa beyaz bir gelinlik ve uzun bir duvak yaptırması ile Avrupa'da yön değiştirmiş. Artık gelinlik rengi beyazda sabitlenmiş
      II Abdülhamit'in kızı Naime Sultan Kemalettin paşa ile evleneceği zaman Avrupa'da gördüğü beyaz gelinliği ısmarlayarak ilk defa Osmanlıda beyaz gelinlik modasını başlatmış oluyor.
       Modacılar beyaz gelinliğe bir takım anlamlar yükleyerek bir sektörün sağlam temellerini oluşturma gayreti ile beyazı saflık, temizlik (el değmemişlik= bakirelik) olarak tanıtmışlardır. Türk gelenekleri Anadolu'da yavaş yavaş terk edilip beyaza geçilmiş olsa da kırsalda hala kırmızı gelinlik kullanılıyor. Kentsel yaşamda ise sadece gelinin beline dolanan bir kırmızı kurdele ile bu gelenek son direncini gösteriyor.
      Gelincik çiçeğinin neden bu adı taşıdığı da böylece çözülmüş oluyor benim zihnimde.

 

6 Mayıs 2014 Salı

JÜPİTERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


     Jüpiter ve 1610 yılında ilk kez görülen uyduları hala dönüyor ama daha 59 uydusu daha var.


Güneş sistemimizin en büyük gezegeni Jüpiter,  Güneşe uzaklık bakımında 5. Sıradadır. Büyük ölçüde hidrojenden oluşmuş bir gaz gezegendir. Çapı yaklaşık 140.000 km (11,3 Dünya çapı) Kütlesi ise bir gaz gezegen olduğu için Dünyanın sadece 318 katıdır. Jüpiterin bir günü yaklaşık 10 saattir. Bir Jüpiter yılı 12 dünya yılına eşittir.  Galileo kendi yaptığı teleskopla 4 uydusunu izlemiş ve bunların turlarını hesaplamıştır. Bu dört uyduya “Io, Ganimede, Europa, Callisto” adlarını vermiştir. Galileo bu keşfi 1610 yılında yaptı. 1970 yılına kadar 9 uydu daha modern teleskoplarla keşfedildi. Voyager uzay sondasıyla uydularının sayısının 63 olduğu ve çok silik bir halkasının varlığı keşfedildi. Benim çektiğim Jüpiter ve uydularının fotoğrafları 1610 yılındakinden daha ileri değil. Sadece o zaman fotoğraf icat edilmediği için benim üzerine koyabildiğim sadece fotoğrafını çekebilmek. Yoksa daha 59 tane benim göremediğim uydu var.

Bir şey daha var Galileo benden daha şanslıydı. Bu günlerde belki de bu yıllarda Jüpiter dünyadan en uzak zamanlarını yaşıyor. Daha yakın olduğu zamanlar benim teleskopumla bile görülecek kırmızı fırtına gözünü o görmüştü ve o fırtına 400 yıldır gözleniyor ve duracak gibi de görünmüyor. İnsanlık bir gün dünyayı yok edeceğini o kadar iyi biliyordu ki. Bu ev yıkılınca nereye yerleşeyim diye diğer gezegenlere gözünü dikmişti. Önce Venüs fos çıktı. Ardından Jüpiter ve Mars, başka güneş sistemlerine zayıf ümitlerimizi bağlamıştık ama oraya gitmek daha da büyük sorun. Şimdi dünyayı yani evimizi restore etmenin çarelerini düşünür olduk.  Rezidansları dolaşıp gücünün asla yetmeyeceğini anlayan kadın gibi “Evim gibisi yok sadece bir badana bir de koltukların yüzünü değiştirirsem bana yeter” diyerek elindekiyle yetinmek zorunda kalan dünyalılarız biz.

4 Mayıs 2014 Pazar

Fotoğrafı yalan için kullanmak

     Birkaç yıldır  fotoğraf sitesi PANORAMİO da sayfam var. Onbinlerce üyesi milyonlarca izleyicisi olan bir site. Burada onaylanan fotoğraflar Google Earth üzerinde de işaretlenip yayınlanıyor. Google Earth üzerinde merak ettiğiniz herhangi bir yere geldiğinizde bir yığın orayla ilgili fotoğraf da görülebiliyor. Buraya kadar güzel. şimdi hikayeye geçiyorum.
     Ben, 1945-1949 arasında Van, Başkale şimdiki adıyla Albayrak bucağında çocukluğumun en tatlı dört yılını geçirdim. Orayı hiç bir zaman unutmadım. Taş taş ağaç ağaç hafızamdadır bu 30 hanelik köy. Burada bir de askeri birlik vardır. onun arazisi içinde de bir kilise vardır. Bir türlü kısmet olup da gidemediğim için sık sık Google Earth dan burayı bulur görüntüyü büyütür ve köyü dolaşırım.
     Bundan bir ay kadar önce bir baktım fotoğraflar yüklenmiş. heyecanla tıklayıp açtım. ve şok geçirdim.
     Yıkık bir takım kilise resimleri koyarak 1960 dan sonra Türk Ordusu tarafından havaya uçurulduğu ve tipik bir Türk Vandalizmi olduğunu yazıyordu. üstelik 1960 dan önceki hali diye de bir fotoğraf konmuştu. Albayrak'taki kilise ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu fotoğrafların. Hemen Google Earth a yazarak bunun bir yalan olduğunu bildirdim.
     1949 yılında kilise kısmen yıkıktı. kubbesi kısmen çöküktü ve askeri birlik burayı korumaktaydı. Kapısında daima bir nöbetçi olduğunu biliyorum. (Babam Albayrakta assubaydı) askeriyenin orayı onarmaya ne yetkisi ne de parası vardı. ve her kış metrelerce kar yağar ve 8 ay kar kalkmazdı. yani bu tür yapılar aslında tabiatın vandalizmine teslim olmuştu.
     Yine de o kilisenin dört duvarının da hala ayakta olduğunu asla havaya uçurulmadığını biliyorum.
Fotoğrafı göndereni Google Earth uyarmış olmalı ki adam bana cevap vermek zorunda kalmış. Bana 
"Haklısınız o resim başka kiliseye ait ama bunlara ne diyeceksiniz" diyerek adeta bilinen propaganda destanını yazmış.
     Karşılık olarak ben de "Polemik yaratmak istemediğimi tarihçi olmadığımı ama gönderdiği fotoğrafın bir yalanı desteklemek için başka bir yerin fotoğrafını kullanmış olduğunu kanıtladığımı bunun da bana yeteceğini" yazdım.
     Meşhur ANİ harabeleri vardır. Kars sınırları içinde Arpaçay nehrinin kenarındadır ve gerçekten de çok güzel Ermeni Kilise mimarisinin örneklerine sahiptir. Türk Devleti onları korumak ve onarmak için büyük gayret sarfetmektedir ancak önemli bir sorun vardır. Arpaçay nehrinin tam Ani'nin karşısında Ermenistan, taş ocağı açmıştır. ve sürekli dinamit atılmaktadır. Defalarca Dışişleri dinamitin yarattığı sismik dalgaların ANİ kiliselerine zarar verdiğini ve dinamitten vaz geçmelerini istediği halde onlar bunu daha sık yapmayı seçmişlerdir. amaç bellidir. Yık sonra da Türk Vandalizmi diye propaganda yap.
     Bir fotoğraf sanatçısı geçinen kişinin sahte fotoğraflarla Türkleri Vandal olarak ilan etmeye çalışması onların her şeyi yapabileceğinin belgesidir.
      Kendisine sorduğum bir soru da vardı. "Osmanlının Avrupada bıraktığı binlerce Cami, Köprü, Hamam ve diğer mimari eserlerin yok edilmiş olması VANDALİZM değil mi. bunun cevabı tabii ki yok.