15 Ağustos 2020 Cumartesi

vuralınyeri: EVRENİN BÜYÜK YARILMASI

vuralınyeri: EVRENİN BÜYÜK YARILMASI:             Çalışmalarım sırasında verdiğim aralarda belgesel izlemeye bayılıyorum. Gençliğimizde, öğrenim yıllarımızda meğer neleri ıskalam...

EVRENİN BÜYÜK YARILMASI

         

 Çalışmalarım sırasında verdiğim aralarda belgesel izlemeye bayılıyorum. Gençliğimizde, öğrenim yıllarımızda meğer neleri ıskalamışız. Belgesel bir program izlerken kendimden geçerim. Kimi zaman jeolog olmadığıma, kimi zaman arkeolog olmadığıma, çoğunlukla da uzay bilimci olmadığıma esef ederim.

Öyle ya Urfada Oxford vardı da biz mi okumadık dediği gibi İbonun bu branşlar vardı da biz mi okumadık.

          Bu belgesellerle halk tipi bazı bilgilere ulaşıyorsak da yine ister istemez insan bazı bağlantıları kurmadan edemiyor.
          En güzeli de doğanın, evrenin çok sağlam ama çok basit kurallarla işlediğini anlıyor olmamız.
          Tüm evrenin proton ve elektronlardan oluştuğunu bilmek inanılmaz bir şey, Atom ve moleküllerin aslında birer lego gibi her şeyin var olmasını sağlayan basit ama çok sağlam evrensel yasa olduğunu anlamak oldukça sarsıcı.
          
İnsan merkezli ben merkezli bir evrenin ne kadar sığ ve ne kadar önemsiz olduğunu anlıyoruz. Her yerde karşımıza çıkan en küçüklerin evrenin en büyükleri ile özdeş olduğunu görmek enteresan.
         
 Son yıllarda ortaya çıkan önemli konulardan biri galaksi gruplarının meydana gelmiş olmasıdır; ve evren galaksi grupları halinde birbirinden uzaklaşıyor. Görüşler muhtelif, karanlık madde ve karanlık enerjinin bu gruplaşma ve ayrılmayı yarattığı teorileri var.
       
  Bir süredir kafama takılan ve fotoğrafladığım bazı oluşumların yaşadığımız mikro evrenin makro evrenle bağlantısını düşünüyorum. Kuraklığın sembolü olan çatlamış topraklar, eskimiş yollar, büyüyen ağaçların çatlayan kabukları hatta taşlar neredeyse hepsi aynı desene az çok benzeyerek ayrışıyor. işte bunu gördükten sonra bir fizikçi, bir astrofizikçi yahut da bunu formüle edebilecek bir eğitim görmediğime esef ediyorum.


Yukarıdaki ilk fotoğraf bir asfalt yolun çatlamış hali, ikincisi bir çam ağacının çatlayan kabukları. Üçüncü fotoğraf  bir kaya blokundaki yarılmalar  . Dördüncü fotoğraf suyu kuruyunca çatlamış bir toprak yüzeyi. Beşincisi bir yosun grubunun ayrışması. Son fotoğraf HAMMERTON denen bir boya yüzeyinin ayrışması. Nasıl hepsi birbirine benzemiyor mu. Sanki basit birer evren modeli










3 Ağustos 2020 Pazartesi

AİLE İÇİ CİNSEL AYRIMCILIK VE ŞİDDET

TOLUMUMUZDA KADIN OLMAK

Feodal ve ataerkil toplumlarda erkek lehine cinsel ayrımcılık tarihsel bir olgudur. Bu olgunun etkileri toplum ne kadar refaha erse de kolay terkedilemeyen bir alışkanlıktır. Neredeyse genlere işlemiş bir kadın erkek farklılığı hep var olmuştur. Bunu besleyen dinsel baskı, toplumsal baskı ve sosyolojik ögelerdir.

Erkek adamın erkek oğlu olur,

Kızın var mı derdin var,

Önünden kadın veya köpek geçerse namaz bozulur,

Saçı uzun aklı kısa,

Erkek adamdır ne yapsa yeridir.

Gibi basmakalıp deyimler bu ayrımcılığı hep taze tutacak şekilde kullanılır. İslam öncesi Arap toplumlarında doğan kızların diri diri toprağa gömüldüğü anlatılır. Arap atının erkek tayı toprağa gömülürken dişi tay baş tacı edilirmiş şu ironiye bakar mısınız?

İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğuda uzun yıllar yaşamış bir insan olarak izlenimim yukarda anlattıklarım gibidir. Çok çocukluluğun ilk nedeni işgücü olsa da ikincil nedeni erkek çocuğu bulana kadar kadınların hamile bırakılmasıdır. Erkek doğuracağından umut kesilen eşlerin üstüne kuma getirilmesinin baş sebebi budur. Erkek çocuk veliaht, erkek çocuk koruma, erkek çocuk çatışmalar sırasında kullanılacak silah, erkek çocuk işgücüdür. Erkek çocuk sahibi olamayanlar, yukardaki deyimlerle aşağılanır. Onlar da kendilerini zayıf hissedeler.

Diyelim ki ailenin ana ve kızlardan ibaret 7 üyesi olsun son çocuk erkek olunca derhâl her birinin ana görevi bu aslan prensin(!) her istediğini yerine getirmek olarak yeniden tanımlanır. Birkaç yaşına geldiğinde durumunun farkına varan bu prens aile içinde babanın da kayıtsız şartsız onayıyla hepsinin başına bir Caligula kesilir. Ablalarının hepsinden üstündür. Her isteği derhal yerine getirilmeli ve o kızdırılmamalıdır. Küfür, şiddet onun hakkı ve doğal üstünlüğüdür. Kimse prense bir şey dayatamaz, ana bile gerektiğinde şiddete maruz kalabilir. Aile içi cinsel ayrımcılık önlenemez bir şekilde kurulmuştur. Buna ensest ilişkiler de dahildir. Zira prens veya kral bunu böyle bilir. Kadın milleti onların ne anası ne kardeşidir onlar sadece erkelerin malıdır.

Böyle bir ortamdan çıkmış bir koca adayı babasından ve çevresinden gördüğü gibi davranacaktır. Karısı onun malıdır. Nasıl ona karşı gelir, hele hele ayrılmaya kalkar. Beyninin bütün nöronlarıyla buna karşı çıkmalıdır ve sonuç kadın cinayetleri. Bu aile içi ayrımcılığın ana kökleri doğuda olsa da tüm yurdumuza yayılmıştır. Trakya'da yok mudur. Çok şükür oralarda batı kökenlilerde bu, cinayete varmaz ama birine sorun “kaç çocuğun var?” diye alacağınız cevap “3 çocuğum iki de kızım var” gibi bir cevaptır. Yani çocuk sahibi olmak demek erkek evlat sahibi olmaktır, diğerleri "kız" dır. İşte bu da batılı zihniyeti.

Günümüzde durum biraz daha farklılık gösteriyor sanki. Aileler tüm çocuklarına aşırı korumacılar. Erkekler muhtemelen daha fazla olsa da kız çocukları da aşırı özgüvenli ve korunmalı büyütülüyor. Aşırı rekabet hayatın her cephesinde kendisini gösteriyor. Çocukların her istediği derhal harç borç yerine getiriliyor. Büyükler kendileri için fazla gördükleri marka ürünleri çocuklarından esirgemiyorlar. Bir çocuk sadece istemeyi biliyor. Parasal değer, ürünün değeri, koleksiyon değeri, nadirlik, hiç ama hiç önemli değildir günümüz çocuğu için. Çocuğun, gencin, ve öyle yetişmiş bir orta yaşlının bir bütçesinin olmadığına şahit oluruz. Önemli olan sahip olmaktır gerisi boştur. Böyle olunca evlilikler sağlam temellere oturtulamadığı için ya kısa sürüyor ya da felaketle sonuçlanabiliyor. İki taraf ta durumlarını bildiği halde çocukluktan gelen alışkanlıkları sürdürmeye çalışıyorlar. Erkekler tek başına kazanıyorsa kendi ihtiyaçları ön planda olacak şekilde davranıyor, ikisi de çalışıyorsa daha da beter, babasının yaptığı gibi tüm gelirde tek söz sahibi.

Günümüzde dengeler yavaş yavaş kuruluyor. Evde artık kadın da gelirden pay istiyor. Bu uğurda kavgadan da çekinmiyor ama erkek kadar cüretkâr olması için süreç henüz tamamlanmış değil. Kadın cinayetleri artarak devam edecek; ancak iddia ediyorum ki geçtiğimiz yıl iki kadın kocasını öldürdü ama bu da artarak devam edecektir. Sürecin bir noktasında cinayetler eşitlenirken kurulacak olan güç dengesi bu cinayetlerin karşılıklı azalmasına neden olabilir. Savunma dersleri alan kadınların varlığı biliniyor, poligonlarda silah kullanan var, ruhsatlı silaha sahip kadınların da sayısının artacağından eminim. Erkek caniler bir süre sonra kadını öldürmeye giderken kendisinin de öldürülebileceğini düşünerek durumunu bir daha gözden geçirecektir.

Eğitim sisteminin çöküşü ortada olduğu için bu ayırımcılığın okullardan başlayarak çözüleceğinin çok ama çok uzak bir gelecekte olabileceğini düşünüyorum. Bence kadınlar güçleniyor, güçlenmeye de devam ediyor. Onların bu gücü ancak eşitliği sağlayabilir.

 

                                                                                       

13 Mayıs 2020 Çarşamba

CORONANIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


CORONANIN YAŞAM İÇİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ:




Düşünüyorum, hayat nedir, neden var ve bunun anlamı ne. Eğer düşünmeyecek olsam bunların hiç birinin önemi kalmaz ve hayatın ne varlığı, ne nasıl ortaya çıktığı ve ne de ne zaman ortadan kalkacağı gibi soruların hiç ama hiçbir anlamı kalmaz. 

Hayatın evrende pek çok yerde olduğuna inananlardanım. Bizim dünyamızdakine az çok benzeyen yaşam formlarının evrenin pek çok yerinde var olma olasılığı çok yüksek.

Son zamanlarda yapılan araştırmalar bizim sandığımız gibi yaşamın 5-45 derece sıcaklık aralığından -20 ile 90 derece arasında da var olduğunu hem de hatırı sayılır bir çeşitlilikte kaynaştığını ortaya koymuştur.

Tabii yaşam deyince hemen akla insan veya memeliler kuşlar gelmemeli. Tek hücreli canlılar belki de memelilerden ve insanlardan çok daha hünerli yaşam uzmanlarıdır.

Bir tek kenenin insan kanına aktaracağı tek bir virüsün bile birkaç günde o övündüğümüz yüksek organizmamızı nasıl yok ettiğini, bir grip virüsünün insanlığı nasıl tehdit ettiğini akıldan çıkarmamamız gerekir.

Aya ilk kamerayı kuran apollo 11 aracının astronotları bilmeden bir önemli olayın ortaya çıkmasına aracılık ettiler. Kamerayı hazırlayanlardan biri hapşırmış ve küçük bir tükürük damlacığı kameranın lensine bulaşmıştı. Bunun hiç kimse farkına varmadı. Kamera Aya kuruldu ve oradan tekrar dünyaya getirilişine kadar uzunca bir süre kaldı. Kamera dünyaya geri getirildiğinde inceden inceye tetkik edildi. Tükürük damlacığı bulundu. DNA analizi yapılarak kimin hapşırdığı tespit edildi ve yıllar boyunca tükürükte bulunan bakterilerin Ay şartlarında canlılıklarını sürdürdüğü ve dünyaya dönünce de çoğalmaya hemen başladıklarını ortaya koydu.

Birçok kimse dünya dışı bir yaşamdan söz ederken uygarlık kurmuş, üstün teknolojiye kavuşmuş ve ışık hızına ulaşmış veya onu aşmış yaşam formlarından dem vurmaktadır. Hatta bunlar inanılmaz savaş ve yok etme gücüne sahip de olmalıdırlar. İyi de bir virüs bunu yapabiliyorsa illa da onun uzay araçlarının olması gerekmez. Üstelik uzayda bunca meteor, meteorit ve kuyruklu yıldız gibi uzay araçları varken ayrıca uzay gemisi yapmanın alemi ne.

Eğer bir canlı türü milyonlarca yıl varlığını sürdürebiliyorsa, eğer bir canlı anormal koşullarda yaşamını askıya alıp uygun şartları yüzbinlerce yıl bekleyebiliyorsa mesele hallolmuş demektir.

Bizim acelemiz var yaşamı askıya alamıyoruz. Bir yerden bir yere gitmek için zamanımız az. Bunun için de hıza ve daha çok hıza gereksinim duyuyoruz. Bir şeyin sonucunu görmek için en fazla 50 yılımız var bunun öncesinde de 30 yıl gelişmeye eğitilmeye ihtiyacımız var.

Bizim algıladığımız yaşam tarzının içindeki dördüncü boyut yani zaman diğer boyutlardan daha fazla önem kazanıyor.

Eğer diğer canlılar gibi dördüncü boyutun yaşamımızla ilintili bölümünü bakteriler veya virüsler gibi askıya alabilseydik mesele kalmazdı. Saatte 28.000 km hızla birkaç bin yılda biryerlere varır inceler ve dönerdik. 

İnsan evrenin saatli bombasından başka bir şey değil bence. Eğer başka dünyalarda ve başka gezegenlerde insan varsa tüm evren büyük tehlikede demektir. Bizim cürümümüz henüz sadece dünyayı yok etmeye yeter. Sanırım evrensel bir tehlike olamadan da tarih sahnesinden en azından uygarlığımız ölçeğinde silineceğiz.

Bir yaşam alnının çeşitli katmanlarında var olan hayatın sonsuza kadar var olabilmek için belirli dengelere sahip olabilmesi gerekir. Gıdayı üretenler, ve tüketenlerin olması gerekiyor bir de çevreyi temizleyenler. Bunlar olmadığı takdirde yaşam alanının bir çan eğrisi gibi gelişmesi ve sona ermesi gerekir.

Doğa boşluk kabul etmez görüşü bundan kaynaklanmıştır. Bir istisna ile. İnsan.

Boşlukları yaratan sadece insandır.  Tavşan sayısı artınca tilki sayısı artmakta tavşan sayısı azalınca tilkiler kendi nüfuslarını kontrol ederek sayılarını düşürmektedir.

Doğa daima kendisini dengeye getirir. Bir terazi düşünün. İki tarafında da birer kilo olsun bu terazi dengededir. Her iki tarafa istediğiniz kadar eşit yük koyun veya kaldırın terazi hep dengededir.

İstediğinizi koyun ama karşısına da başka bir şey koyun terazi yine dengededir. Doğa görünmeyen bir el olarak bu teraziyi dengede tutar. Siz bir şey koyarsanız o da başka bir şey koyup dengeyi sağlar. Siz bir şey alırsanız o da başka bir şey alır ve dengeyi sağlar. Siz terazinin kefesindeki her şeyi alabilirseniz o da diğer kefedeki her şeyi alır ve yine denge sağlanır.

Marsta hayat olduğuna dair neredeyse yüz yıl süren bir düş gördük. Belki de Marsta bir zamanlar hayat vardı, bunu bilemiyoruz ama terazinin bir kefesinde hayat için gereli hiçbir şey olamadığına göre öteki kefede de bir şey olmaması gerekir.

Marsta işte böyle bir denge var. Terazinin kefeleri bomboş ama göstergeler dengeyi gösteriyor.

İnsan merkezli evrensel hayat tarzı tümden sakat. Her şey insan için düşüncesi her an dengedeki doğadan bir şey alıyor. Doğa hemen dengeyi kurmak için karşılığında bir şey alıyor ve kefeler hızla boşalıyor. Biz doğa hep dengede olarak algılıyoruz. Doğru, denge hep var ama kefelerde neler var, neler kalmadı.

Şu anda en büyük üç tehlike var. Havanın başka türlü dengelendiği, suların kullanılabilirliğinin ve devamlılığının teraziden düşmek üzere olduğu ve denizlerin hayat kaynağı olmaktan çıktığıdır.

Bunlar ana başlıklar bunların her birinin ayrıntıları var.

Hayatın başlangıcında hiç oksijen yoktu. Atmosfer sadece karbondioksit ve azottan ibaretti. Yeşil su yosunlarının ortaya çıkması ile yeryüzü oksijenle tanışmaya başladı. Bu yeşil canlılar bol karbondioksitten o denli hoşnuttular ki inanılmaz hızlarda ve boyutlarda büyüyor ve çeşitleniyorlardı. Denizlerden karalara ulaştılar ve aynı hızla büyüdüler. O dönemin eğrelti otları bu günün yüz yıllık çınar ağaçları kadardı. Onlar karbondioksit dengesini bozunca doğa bu kez hemen oksijen tüketen canlıları terazinin diğer tarafına koydu. Bunlar besinlerini bitkiler gibi karbondioksit ve suyu birleştirerek elde edemiyorlardı. Onlar bitkilerin ürettiklerini yemeye başladılar. Bitkiler arttıkça havadaki oksijen arttı havadaki oksijen arttıkça ot yiyen canlılar arttı ve çeşitlendi. Bir tarafa sürekli yeni bir şey eklenirken doğa da diğer kefeye bir şeyler koyuyordu. Ot yiyenleri et yiyenler takip etti. Sonunda milyarlarca yıl sonra insan sahneye çıktı. Kim bilir doğa insanı sahneye çıkarmakla ne yapmak istedi. Ya onu artık teraziye bir şeyler eklemekten bıkıp oyundan çıkmak için sahneye çıkardı, ya da bir hata yaptı. Doğa sık olmasa da hatalar yapar.

Örneğin dinozorların ortaya çıkışı da bir hata gibi görünüyor. İlk dinozorun ortaya çıkışı ile son dinozorun yok oluşu arasında 165 milyon yıl tüm dengelerin alt üst olduğu bir dönemdir ve dinozorların terazinin kefesinden atılması ile yeni bir denge kurulmuştur. Bundan 60 milyon yıl sonra insanı terazinin kefesine koyan doğa umarım ne yaptığını biliyordu.

Doğa neyi planladıysa bunu nasıl olsa insandan başka diğer canlıların idrak ettiğini pek düşünmek istemiyoruz. Ama bunun kendimize neye mal olacağını pekala biliyoruz. İşte insanın garabeti burada ortaya çıkıyor, herkes “nasıl olsa ben bir yolunu bulurum ve etkilenmem diye düşünebiliyor. Gel de doğanın insanla hata yaptığına inanma.

Bu yazıyı 2009 yılında yazmışım. Başlığı bu gün değiştirdim. Sevgiler sunuyorum.

22 Nisan 2020 Çarşamba

AMBULANS


AMBULANS





1950 yılı Demokrat Parti seçimi kazanarak iktidara geldi. O günden sonra hiçbir zaman CHP tek başına iktidar olamadı. Bu girişten sonra size bir hikayeyi “KÖTÜMSERİN TARİH REHBERİ” adlı kitabın 263-264 sayfasından aktarayım.

“Şehir tarihinin en ağır ve boğucu sisi 1955 yılının 5 Aralık gecesi en ufak bir esintinin olmadığı şehiri, bir de ısınmaya çalışan şehir halkı durumu daha da kötüleştirdi. Onbinlerce bacadan çıkan sülfürlü kömür dumanı, durumu vahim bir hale getirmişti.  30 km lik bir alanda görüş sıfıra inmişti.

Sis o derece etkiliydi ki araç kullanan çoğu insan yolda kaldı. Zira 5 metreden daha uzaklık görünemiyordu. Şehrin 38 AMBULANSININ tamamı yollara çıkmıştı ve her birinin önünde bir kişi sürücüye yol gösteriyordu.

6 Aralık öğleden sonra şehir neredeyse tamamen karanlığa gömülmüştü. Sokak lambaları yakılmış ve altında kalabalıklar birikmişti. Yayalar bile yollarını bulamıyorlardı.

Bu kirli ve kapalı hava hırsızlar için elverişli bir ortam sağlıyordu.

Kirli hava bir süre sonra evlerin içine sızmaya başladı. Odaları nemli ve sarımsı bir dumanla doldurdu. Çitlik hayvanları bile havasızlıktan ölmüşlerdi.

7 Aralık günü yaşlılar küçükler ve kalp ve solunum hastaları birer birer ölmeye başladı. Ölü sayısı hızla arttı. Hastaneler kısa sürede hastalarla doldu. Çok kişi de evlerinde kapalı kaldıkları odalarında hayatlarını kaybettiler.

8 Aralıkta rüzgar nihayet yön değiştirerek kirli havayı şehrin üzerinden uzaklaştırdı. Bu üç günlük hava kirliliğinden toplam 8.000 kişi hayatını kaybetti.

Bu kentin neresi olduğunu tahmin edebildiniz mi?  Sadece 38 ambulansı olan bu kenti tahmin edebildiniz mi?







Tahmin edemediyseniz ben söyleyeyim. Bu sadece 38 AMBULANSI olan, dünyanın sayılı büyük şehirlerinden LONDRA idi Yıl 1955




26 Ocak 2020 Pazar

TÜRKİYEDE NEDEN DİNOZOR İSKELETİ ÇIKMIYOR

      





      Türkiye dördüncü zamanda bugünkü şekline kavuşmuş bir kara parçası olan Anadolu Platosundadır.
       Dinozorlar bundan 65 milyon yıl önce yok olduklarına göre Anadolu'da hatta Avrupa'nın birçok bölgesinde yaşamış olamaz. Olsa olsa deniz yaratıklarının fosilleri bu topraklarda olabilir, zira o zamanlarda Anadolu Tesis denen okyanusun sularının altındaydı.
        Aklıma takılan bir soru da Dinozorların neden ve nasıl bu kadar, 30 metre boya, 70 ton ağırlığa ulaşabildi de zamanımızda kara hayvanlarının en büyüğü fil sadece 5 ton ve 3 metreden fazla büyüyemiyor. Balinalar ise nasıl 40_45 tona kadar büyüyebiliyor.
       Bana kalırsa dinozorlar döneminde günler çok daha kısaydı ve dinozorların yaşadığı iki dönence arası ve civarında yerçekimi çok daha düşüktü.
        Bu gün kutuplardaki yerçekimi ivmesi ekvatordan daha yüksektir ve ekvatordaki merkezkaç kuvvetin buna sebep olduğu bilinmektedir. Jeolojik dönemlerin başında bir günün 5 saat civarında olduğu biliniyor. Dünyanın her yıl birkaç mili saniye kadar yavaşlamakta olduğu da ölçülmüştür.
        Denebilir ki o zamanlar yiyecek boldu dinozorlar da aşırı beslendikleri için büyüyebiliyorlardı. Bir fili ne kadar çok besleseniz de o kadar büyümesini sağlayamazsınız.
        O dönemlerden kalma bitki fosillerinin de inanılmaz boyutlarda olduğunu düşünürsek beslenmeden ziyade yer çekiminin rol oynadığı sonucuna varırız. Günümüzde 115 metreden daha yüksek bir bitki tespit edilememiştir ama eski jeolojik dönemlerde eğreltilerin bile daha fazla boy yaptığını anlayabiliriz.
       Balinalar su ortamında bir tür çekimsizlik ortamında yaşadıkları için bu kadar büyüyebiliyorlar diye düşünüyorum.