17 Ağustos 2012 Cuma

Saat Durunca Tarih de Duruyor mu

      Yıl 1979. Artık hayatın tadı bayağı kaçmıştı. Sürekli gerginlik, sürekli bir serseri kurşuna hedef olma kaygısı. O tarihlerde sanayiciyiz ve çelişki bu ya, üstelik solcuyuz. Sürekli tehditle, şu adamı at, şu adamı al. imza TTK. (bunun ne olduğunu o zamanlar bilmeyen yoktu) yavaş yavaş kanıksamaya başlıyoruz. Boşveriyoruz artık, ama insanların eşleri öyle mi. Sabahları evden çıkmadan önce eşim sokağı iyice tarassut ettikten sonra gitmemize izin veriyor. 12 Eylül 1980 gününe kadar bu böyle sürdü. İstisnasız herkes bir güçlü ve kararlı el bekliyordu. Hatta espriler yapılıyordu. "Bir gün radyolar ve TV hayret sayın dinleyiciler (sayın seyirciler) bu gün hiç kimse öldürülmedi" dese çok şaşıracaktık.
         Evet 13 Eylül haberlerinde hiç kimse ölmemişti, ama yine de DARBE ye karşıydık.
         1982 Anayasa Referandumuna gelindiğinde sol tamamen, sağ kısmen temizlenmiş dincilerin önü açılmıştı. Ama bunu görmek kimsenin umurunda değildi. Can güvenliği artık sağlanmıştı ya gerisi boş. Sıralamadaki en güçlü içgüdünün ihtiyacı buydu.
        Floryada zar gibi ince içi görünen zarfa eşim ve ben red oyunu kullandığımızda rahmetli muhtar Cafer ağa çok bozulmuş ve kayın pederime (senin damat yaramaz adam red oyu kullandı) diye de kararını vermişti.
        O gün %90 üzerinde evet oyuyla Evren anayasası kabul edilmiş ve millet bayram etmişti. Aslında üzerimizdeki baskı kalktığı için bizim hane de memnundu.
        Köprülerin altından 30 yıl gürül gürül akan sular çok şeyi değiştirdi. Kendilerine altın tabaklarla ulaşılacak yollar açılan kimseler, o tabaklara hem erişti hem de sonsuza kadar sahip olma ihtimaline kavuştu. Artık geçmişle bağların koparılması ve kimseye minnet borcunun kalmaması gerek.
       Çok uzun yıllar önce bir karikatür görmüştüm. Demek ki beynime kazınmış. Müthiş bir kalabalık bir politikacıyı eller üzerinde güle oynaya taşıyor. Herkes, politikacı da, hayatından son derece memnun ve gülüyorlar.  İkinci karede kalabalık bir uçurumun kenarına geliyor ve politikacıyı uçuruma atıveriyor. Son böyledir, artisti, şarkıcıyı, yazarı, politikacıyı, askeri kalabalıklar önce ellerinin üzerinde taşır ve sonra da uçurumdan atıverir.
       Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya bunlardan sadece ikisi.
      Kim bilir belki de tarih artık tekerrür etmiyordur. Durdur saati zaman da dursun tarih de...
     

16 Ağustos 2012 Perşembe

KUBBELERİN SIRRI


Özellikle kalabalıkların toplandığı Cami, Sinegog gibi Ortadoğu anıtsal yapılarında kubbeli yapılar kullanılmıştır. Bu günden bakıldığında bunun bir mimari simge olduğu söylenebilir.  kubbe= sinagog, kubbe= Kilise, Kubbe= cami, gibi düşünülebilir.
Oysa kubbeli yapılar 9. yüzyıl dolaylarında bulunmuş muhteşem bir klima sisteminin gereğinden başka bir şey değildir. Yalnız dini yapılar değil bazı saraylar da kubbeli yapılmıştır
Daha sonra Hıristiyan dünyasına da bir model olarak girmiş ve dini yapıların ufak tefek farklılıkları olarak tescillenmiştir.

Urfa ve Mardin evleri içten kubbeli dıştan düzdür. İç kubbe ile dışarıdaki düz kısım arasında kalın bir toprak tabakası ile izolasyon sağlanır. Damdaki düzlük ise geceleri kullanılan bir ikincil mekân olarak işlevlendirilir.
Bu evlerin eyvanlarında güneye bakan 50X50 kadar bir açık pencere, boşluk bulundurulur. Bu boşluğun hemen üstündeki taş, yapıyı oluşturan yonu taşlarının aksine siyah bazalttan yapılır. Bunun tam işlevi genellikle bilinmez. Bir âdet, bir uğur gibi yorumlanır. Oysa gerçek başkadır. Bu taş güneyden vuran güneş ışığı ile süratle ısınır. Elle dokunulduğunda yonu taşı ile bu bazalt taşın ne kadar farklı ısındığını anlamak mümkündür.
Bu ısınma, temas eden havayı süratle ısıtır ve yukarıya doğru hareket etmesini sağlar. Yükselen havanın oluşturduğu alçak basıncın boşalttığı yere eyvanın içindeki daha serin hava akmaya başlar. Böylece en sıcak günlerde bile eyvanlarda bir hava akımı oluşarak insanların rahatlamasını sağlar.
Sıcak ülkelerde eski ustalar basit tabiat kanunlarından azami şekilde yararlanmanın yollarını bulmuşlardır. İşte küresel kubbelerin icat edilmesi de böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur.
Kubbe güneşin doğuşundan batışına kadar neredeyse her saat eşit miktarda güneş enerjisi alır. Düz bir yüzey, güneşin doğuşunda ve batışında en az, tam tepede olduğu öğle saatlerinde ise en fazla güneş ışığını alır. Yani gün içinde değişken bir dağılımdadır. Düz bir damın altında sıcak bir ülkede yaşamak oldukça zordur.
Dini yapılarda (ki hemen tüm dinler Ortadoğu’dan yayılmıştır) büyük kalabalıkları, çok sıcak günlerde tutmak nerede ise imkânsızdır. Bunun için bu mekânların serinletilmesi gerekir. İşte eski ustalar burada güneşin enerjisinden en iyi şekilde yararlanmayı keşfetmişlerdir. Bu nasıl olacaktır.
Güneşin doğuşu ile birlikte kubbe hemen ısınmaya başlar. Kubbenin altındaki hava hızla ısınır. Çatının tam tepesindeki veya alt kısımlarındaki açılıp kapanabilen bacalar veya pencerelerden bu ısınıp genişleyen hava hızla atmosfere atılır. Bunun yerine yapının kapılarından ve alt pencerelerinden içeriye giren hava bir akımı yaratır ve bu da insanların serinlemesini sağlar.
En elverişli kubbe soğan kubbe de denen tam küreye en yakın kubbedir. Kubbeli bir yapının serin kuzey ülkelerinde bu işlevi görmesi sıcak ülkelere göre daha azdır.
Harran evleri incelendiğinde kubbeli yapıların nasıl bir işlevi olduğunu anlamak daha kolaylaşır.
Harran evleri konik yapıdadır ve güneşin hareketi ile daima aynı miktarda güneş ışığı alır. Bu duvarlara temas eden hava ısınarak yükselir. Koninin en dar olan tepesinde bir delik bırakılmıştır. Bu delik geceleri, yağışlar sırasında ve kışın kapatılarak hava akımının önüne geçilir.
Harran evleri o yüzden belki de yaşam koşullarının doğal olarak en iyi şekilde elde edildiği evlerdendir.
Kare kesitli yapılar günün değişik saatlerinde farklı yönlerden farklı şekilde güneş ışığına maruz kalırlar,  bu tip binalarda ısının kontrolü oldukça zor ve değişik önlemleri gerektirir.
Günümüzde modern yöntemlerle, vantilatör, klima ve benzeri elektrikli cihazların bulunması ile kubbe ile sağlanan doğal işlev yerini bu aletlere bırakmıştır. Ancak simgesel işlevi dinler var oldukça var olmaya devam edecek ve kubbeli yapılar işlevsellikten uzak birer mimari tarzı olarak yaşamaya devam edecektir.

Pek çok pratik buluşun zaman içinde işlevselliği unutulmuş ve kendilerine yüklenen simgesel değerler öne çıkmışdır. Kubbe bunlardan sadece biridir ve neredeyse sihirli bir model olarak yaşamaya bu şekilde devam edecektir.


15 Ağustos 2012 Çarşamba

Geyik Muhabbeti

           Nefes nefese arkadaşlarının dinlendiği yere geldi. Allak bullak olmuş bir vaziyetteydi. Sohbetlerini kesen arkadaşları ona merak ve endişeyle bakıyorlardı. Heyecanının geçmesini bir süre bekledikten sonra hepsi birden.
           "Neler oldu? Ne bu halın? arkadaşın nerde" diye soru sağanağını ona yönelttiler. Şimdi merakla onun söze başlamasını bekliyorlardı.
           "Etrafı dolaşıp bu karda sığınabileceğimiz kuytu bir yer arıyorduk. Daha çabuk uygun bir yer bulabilmek için birbirimizden ayrılmıştık. Sonra sesler duyarak geri döndüm. Çalıların arasından dikkatle etrafı gözleyerek ilerledim. Arkadaşımı iki kişinin yakalamış olduğunu gördüm. Dehşete kapılmıştım. Bir an ileri atılıp onları şaşırtıp kurtarmayı deneyecektim ki adamlardan biri  bıçağını arkadaşımızın boğazına daldırdırıverdi. Bir anda elim ayağım kesilmiş bu dehşet anından donup kalmıştım. Adamlar bu cinayetten öyle mutluydular ki şaşırıp kalmıştım. "Kim bilir belki onlara bir kötülük yapmış küfür falan etmiştir diye düşündüm." ama bilirsiniz o hiç küfür bilmezdi. Gözlemeye devam ettim.
           Adamlar öylesine keyifli ve zalimdiler ki şaşar kalırsınız. Arkadaşımın kanı daha akmaya devam ederken derisini yüzmeye ve iç organlarını dışarıya çıkarmaya başlamışlardı bile.
          Bu işin uzun süreceğini, zamandan kazanmak için birinin ateş yakması gerektiğini konuşuyorlardı. Sonunda biri etraftan dalları kırmaya ve ateş yakmaya girişti. Bu normaldi onlar da ben de çok üşüyorduk. ama benim ateş yakma şansın yoktu. Gözetlemeye devam ettim. Arkadaşımın kaba etlerinden kocaman bir parça kesip onu doğramaya başladı adam. Diğeri ateşi iyice harlandırmıştı. Derken etleri közlerin üzerine yerleştirmeye başladı.
           Böyle zalimlik görmedim. Arkadaşımızın eti bir yandan pişerken kokusu burnuma geliyordu. Bir taraftan pişen etleri atıştırıyor bir taraftan da cesedi parçalamaya devam ediyorlardı. Biri çantasından birkaç naylon torba çıkardı. Parçaladıkları cesedi torbalara dolduruyor ve iki eşit parçaya ayırmaya özen gösteriyorlardı.
           Tam işlerini bitirmek üzereydiler ki karanlığın içinden elinde kocaman bir silahla üniformalı birisi belirdi. Çok ama çok sevinmiştim. Şimdi onları yakalayacak ve bu cinayetin hesabını soracaktı.
          "Hayrola ne yapıyorsunuz burda yine mi birini öldürdünüz?" diye sordu. Kaatiller hiç istiflerini bozmadan,
          "Evet şansımız yaver gitti kerata kendi ayağıyla buraya geldi" diye cevapladı soruyu. Sonra da "Aç mısın sana da birkaç parça ikram edebiliriz." dedi.
          Üniformalı adamı tanımıştım Orman kurucusuydu. Ama neden onları yakalamıyordu ki.
          Sonra korucu konuştu. "Onlar tek gezmezler birkaçı daha buralardadır. İzlerini ararsak onları kıstırabiliriz" Deyince bütün ümitlerim kırıldı. Çok büyük tehlikedeyiz hemen savuşalım."
         Grup hemen toparlandı oradan uzaklaşırlarken biri başını sallayarak düş kırıklığı ile konuştu.
         "Bu orman korucusu bize yem taşımak ve kışın hayatta kalmamızı sağlamak için maaş alan değil mi? şimdi biz kime güvenecek ve nereye sığınacağız. Nedir bu geyiklerin insan oğlundan çektiği." Diyerek korku ve endişeyle insanların bölgesinden çıkarak daha güvenli olan kurtların bölgesine doğru karanlığın içinde kayboldular.