28 Mart 2013 Perşembe

AFRODİSYAS




        Büyük fotoğraf ustası Ara Güler'i bir TV söyleşisinde izlemiştim. Aydın, Nazilli, Denizli dolaylarında 1960 lı yıllarda (yanılmıyorsam) dolaşırken köylüler ona bir takım harabelerden bahseder.
       Ara Güler bu, o zamanlar genç ve dinamit gibi. Hemen kendisini oraya götürmelerini ister. Götürürler de. Gözlerine inanamaz ve hemen makinesini çalıştırmaya başlar. İstanbul'a dönünce hemen dostu Arkeolog Kenan Erim, i arar ve fotoğrafları gösterir.
      Erim hoca böylece tüm hayatını vakfedeceği Afrodisyas'dan haberdar olur. Hemen çalışmaları başlatır ve  kazılardan çıkarılan eserlerle Afrodisyas müzesini kurar ve şehrin önemli bir bölümünde de restorasyon çalışmalarını tamamlar. Bu onun 30 yılına mal olur.
    Kayıtlara 1961 yılında ilk defa Afrodisyas'a keşif için gittiği yazılıdır. Ancak Ara Güler'den bahsedilmemektedir ama, Ara Güler'e ben inanıyorum.
   Afrodisyas MÖ 3000 yıllarından beri varlığı bilinen birkaç defa ismi değişen bir antik kenttir. Her istialacı kral kendi adını vermiş olsa da yaşamını Afrodisyas olarak noktalamıştır. Noktalamıştır diyorum, zira bu kent İsadan önceki çağlarda önemliydi. Romalıların hıristiyan olmasından sonra önemini yitirmeye başladı ve heykel atelyeleri bir bir kapandı. Bağnaz hıristiyanlar birçok heykeli tahrip ettiler. (bu defa müzlümanlıktan önce tahrip gördükleri ve toprak altında kaldıkları için kendimizi suçlayamıyoruz.)
     1961 yılında Kenan Erim hoca bile oraya büyük zorluklarla ulaşabildiğine göre işte bu gözden uzak oluşu diğer eserlerin kurtulmasında rol oynamış olmalıdır. Yoksa Anadolu'nun birçok köyünde kentinde o taşları evlerin yapımında kullanmaları işten bile değildi..
      1963 yılında Ağlasun (Isparta) ilçesinde köprü inşaatında çalışırken dikkatimi ilk kez çekmişti kasabanın neredeyse yarısı Ağlasun antik kentinin taşları kullanılarak inşa edilmişti. hatta köprü inşaatı için bile oradan malzeme getirilecekti. Şiddetle karşı çıkmam ve  köprüyü mahkeme kararı ile yıktırtacağımı açıkça söylemem sayesinde bundan vaz geçildi.
 























ENFEKTE UYGARLIK

       Hemen basit bir örnekle yazıya gireyim. Hastane mikrobunu hemen hemen duymayan kalmamıştır sanırım. Uzun yıllar hizmet veren hastanelerde ilaçlardan kurtulup bağışıklık kazanmış ve orda burda pusuya yatmıştır. Basit bir hastalıktan hastaneye düşen insanlara saldırıp sadece ve sadece hastanede yattığı için ölümlerine neden olan mikroplara deniyor hastane mikrobu.
       Yeni kurulmuş hastane binalarında rastlanmıyormuş bu mikroplara. Kim bilir belki de pek çok eski hastane binasının çok sıkı bir restorasyondan geçirilmesi bundandır. Araştırılması gereken bir konu olmalı bu ve kaç yılda bir bu yenilemenin yapılması da bulunabilir belki. Bu bir örnekleme bölümüydü. Konunun uygarlıklarla da yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.
       Uygarlığı yaratan insanlardır ama insanların sosyal hastalıkları çoğu zaman üstesinden gelinemeyecek enfeksiyonlar yaratır. Cinayetler, savaşlar, ticari ilişkiler, inançlar bulundukları topraklarda öyle enfeksiyonlar yaratır ki tıpkı hastane mikrobu gibi yok edilmesi imkânsız dırlar  İkibin yıl önce yaşanmış bir olay bu gün bile hafızalardadır ve insanların düşmanlıkları sürdürmesinin sebebi olmaya devam eder. Bir adam çıkar "İsayı siz öldürdünüz" der kitleler birbirine girer. Bir başkası çıkar 3500 yıl önce yıkılan Truva'nın intikamını aldığını söyler. Başka biri kalkar Truvanın öcünün öcünü almak üzere diğerinin üzerine AGAMEMNON isimli savaş gemisini sürer ve bu böyle devam eder gider. (Bilindiği gibi Agamemnon Truvayı yıkan kralın adıdır. Çanakkale savaşları)
       Tarihi 10. 000 yılı bulan Ortadoğu en eski uygarlıkların ve bağlı olarak da en eski enfeksiyonların yaşandığı bölgedir. Durum ortada. Tedavi mümkün mü. Değil. Zira her türlü ilaca bağışıklık burada. Barışın adı bile allerjik.
        Bir uygarlık yaratamadıkları için Avustralyadaki Aborjinler kan davası güdemiyor orası şimdilik yeni hastane, Amerika kıtasında yerliler tam anlamı ile dezenfekte edilmiş oldukları için yeni hastane sayılır. Avrupa zaten bir yüzyıl içinde iki defa dünya savaşı yaşadı. Şimdi uygarlığı eski mikropların güçlenmesini bekliyor.
        Şunu da akıldan çıkarmamak gerek hastane mikrobu taşıyan hastaneler de bir zamanlar yeniydi. ayrıca bir hastalığın sadece çıktığı yerde kalması mümkün mü. İki dünya savaşında da ABD savaşmama kararındaydı. Başarabildi mi? Şimdi tüm dünyanın Hastane mikrobu.
        Uygarlık mikrobu o kadar eski ve o kadar güçlü ki enfekte edemeyeceği ve öldüremeyeceği uygarlığı ben düşünemiyorum bile. Bu güne kadar hep başardı.
  

7 Mart 2013 Perşembe

AYNALARA BAKMAK AYNALARLA BARIŞMAK



Rahmetli dostum Hasan usta Yugoslav göçmeniydi. Çok iyi bir marangozdu. İyi para kazanır ve iyi yaşardı. Memleket özlemine dayanamaz hemen her yıl bir Avrupa seferine çıkardı. Memleketi Makedonyada bir süre kalır sonra da mesleğinin gereği olan takımları seçmek üzere İtalya, Almanya, Fransa ve Hollanda’yı dolaşır ve bu gezilerini Rumeli şivesiyle ballandıra ballandıra anlatırdı.
Marangozlukta Avrupa ile olan bu sıkı bağı nedeniyle en iyisiydi. Ama beni bu yazıyı yazmaya iten o usta marangozluğu değil elbette. Onun bilge kişiliği ile yaptığı önemli bir gözlemin aklıma takılmış olmasıdır.
Hasan Usta Avrupa gezilerine çocukluk arkadaşı birkaç dostuyla çıkardı. Ortak tarafları çoktu. Hemen hepsi memleket hasretiyle doluydular, meslektaştılar ve gezecek kadar çok para kazanıyor ve birkaç Avrupa dilini konuşabiliyorlardı.
Hasan Usta bu gezilerinde çok sık bahse giriyor ve hemen daima kazanıyordu. Bu da yolda gördükleri Türkleri saçı, giyimi ve tavırları ne kadar Avrupalıya benzese de teşhis etmesiyle oluyordu.
Yanındakilere “Şu gelen Türk. Bahse giren var mı?” diye soruyor. Onlar da aksini savunurlarsa yanaşıp soruyorlardı.
“Türk müsün?” cevap şaşmıyordu “Evet yoksa siz de Türk müsünüz....”
Halbuki adam şakır şakır yaşadığı veya çalıştığı ülkenin dilini konuşuyor, kıyafetleri aynı Almanlar veya Fransızlar gibiydi. Bıyık mıyık da bırakmayanlardı. Diğerleri kaybediyorlardı ve Hasan usta neredeyse hiç yemek parası ödemeden tatilini tamamlıyordu.
Arkadaşları asla sırrını çözememişlerdi. Bir gün ona bu sırrı kimseye açıklamayacağıma dair söz vererek öğrenebildim.
Hasan Usta bahse konu olan kişinin sadece ayakkabılarına bakıyormuş ve boyasız olduğunu görünce diğer tüm faktörler aksini söylese de onun bizden biri olduğunu hemen anlayabiliyormuş.
Sonraları bu konuyu çok düşündüm. Bizler neden ayakkabılarımıza özen göstermiyorduk. İlginçti ben de buna dahildim.
Sonunda bir gün evime bir boy aynası koydurduğumda sır birden bire çözüldü. Sabahları evden çıkarken boy aynasına bakıyor ve eğer pantolonum ütüsüz ve ayakkabılarım boyasızsa hemen bunları düzeltme ve ayakkabılarımı boyama gereği duymaya başlıyordum.
Bir süre sonra aynalarla kılık kıyafet arasındaki ilişkiyi bulmuştum. Beş on santim çapında  cep aynası kullanan erkekler bıyıklarına ve saçına özen gösterebiliyordu. Kendisine ait görebildiği yerler sadece o kadardı. Bir lavabo aynasına sahip olanlar kravatına da özen gösterebiliyordu. Şöyle büyükçe bir portmanto aynası olanlar ceketinin tamamına biraz da pantolon ütüsüne odaklanabiliyordu. Ama boy aynası çok az evde vardı ve bu yüzden de ayakkabılar hep gözden kaçıyordu. Hatta kimi zaman paçaların kısa kimi zaman da yerleri süpürmesi tam da bu sebeptendi anlaşılan.  Birinin tavırlarından hoşlanmadığımızda ona “Sen hiç aynaya bakmıyor musun?” deriz ya ne kadar doğru. Aynaya, hem de boy aynasına her zaman bakmak gerek. Eğer bize bizi yansıtan bir ayna yoksa birileri kim olduğumuzu defomuzdan hemen anlayabilir. Ama biz yine de aynaları sevmez kusuru aynada buluruz. Dostlarımızın da bir ayna gibi bize bizi göstermesinden hoşlanmayız. Yine de dev aynalarını çok severiz zira o bizi bizim istediğimiz gibi gösterir. Herkese aynalarala barışık bir yaşam diliyorum.