25 Şubat 2012 Cumartesi

Her Dün Her Yarından Daha Geridedir

     Bir dostumla çay içerken laf döndü dolaştı, geçmişte (2003den önce) hatta 1950 yılına kadar Türkiyede hemen hiç bir şeyin düzgün olmadığını hava kirliliğinin bile bu iktidarla temizlendiğini, Türkiyenin nerdeyse tüm ülkelerden geri olduğunu söylüyordu. Son 9 yılda Avrupayı bile geride bıraktığımızı  çok açıktı. Bunu araştırmalıydım. Ve araştırdım. Dostumun dediklerini bir kitapta buldum.  Büyük ölçüde haklıydı. Özetleyerek aktarıyorum.
   "1952 yılında başkenti sis basar. Bu her kış görülen ama birkaç saatte kalkan sislerden biri diye düşünülür. Ancak hava çok durgun olduğu için sis bir türlü kalkmaz. Evlerde ısınma soba ve kalitesiz kömürle olduğu için sise bir de binlerce bacadan sülfürlü duman eklenir. (Oysa şimdi ısınma doğal gazla yapılıyor)Hava iyice kirlenmiş, ve görüş mesafesi 5 metrenin altına inmiştir. Bazı yerlerde sis o kadar etkilidir ki insanlar her zaman gittikleri iş yerlerini evlerini bile bulamazlar. Az sayıdaki arabalar sürekli birbirine çarparak veya kaldırımlara çıkarak biçok kazaya karışırlar. Radyodan mecbur olmadıktan sonra sokağa çıkılmaması anonsları yapılır. Sis ve duman o kadar yoğundur ki yavaş yavaş evlerin içine girmeye başlar. Bir süre sonra hastaneler dolup taşmıştır ve gidemeyenler için ambulans istenmektedir. Ne yazık ki koskoca başkentte sadece 35 ambulans vardır ve bir çoğu da sis yüzünden kaza yapmıştır. ( bu gün bu yönetimin sayesinde İzmitte bile onlarca ambulans var.)
    5 Aralık 1952 günü başlayan sis ve hava kirliliği 8 Aralık öğleden sonraya kadar sürer. Binlerce kişi hastalanmış ve 4000 kişi de hayatını kaybetmiştir. Sisin kalkması ile normale dönmeye başlayan hayat şimdi cenazeleri kaldırmak için seferber olmuştur ama bu da günlerce sürecektir zira koskoca başkentte yeterli sayıda cenaze arabası yoktur. (Şimdi öyle mi. İzmitte bile herkese yetecek kadar cenaze arabası var oysa.) "
     Şaka yaptığımı sanmayın söylediğim tarihteki herhangi bir gazete arşivine girin bunu mutlaka tam sayfa manşetten göreceksiniz. Gerçekten o günle bu gün karşılaştırıldığında aradaki fark muazzamdır.
     Olayın geçtiği İngilterenin Başkenti Londrada yaşanan bu olay Parlamentonun hemen TEMİZ HAVA yasasını çıkarmasına sebep olur.
     Dostuma hemen ilk görüşmemizde bu kitabı verecek ve o yılların bütün dünya için zor yıllar olduğunu göstereceğim. Bu günler de, yarınlarda , zor günler olarak anılacak. Zaman, teknoloji ve zenginlik hep ileriye doğru gider. Her dün, her yarından daha  geridedir. (Nasıl laf ama)

     Not: Kaynak kitap. Aykırı tarih yayını 2005. yazan Stuart&Doris Flexner Kötümserin Tarih Rehberi

24 Şubat 2012 Cuma

KONSER, AĞIT VE YORGUN HERKÜL

       17 yıl oluyor rahmetli  Tambur sanatçısı, meslekdaşım, komşum,  dostum Cemil Güler kolumdan tutup da Kültür Müdrlüğü korosuna götüreli. Orada Erol Sayanı tanıdım, Dr Şefik Postalcıoğlu'nu, İlyas Kula'yı, Dr Mehmet Bengiyi, Mesut Cengiz'i, Sami Kırçal'ı, Adil Ödenoğlu,  ve daha nice sevgili dostumu, Benden sonra da nice sevgili dostum katıldı bu koroya. Korolar birer testiye benzer tam dolarsa bir kısmı boşalmadan yeni su koyamazsınız. Akan su bulamazsanız boşaldığında da dolduramazsınız. Yani bir kapasite meselesi. Elbette ayrılanlar da oldu ama su akarken testi hep dolu kaldı.
      Bir gün Adil Ödenoğlu, bir gün Cemil Güler, bir gün Nurettin Portakal ve nihayet bir gün de Şefik Postalcıoğlu  aramızdan ebediyen ayrıldılar. Bunların yeri doldurulabilir mi? Yapabildiğimiz tek sembolik şey Şefik Postalcıoğlu'nun her zaman oturduğu sandalyeyi üzerine koyduğumuz bir buket çiçekle boş tutmak.
       Bendenizin koroda ud çalmanın yanında, hemen her konserin giriş bölümündeki sinevizyon gösterisini sunmak ve (belki de) başka taliplisi olmadığı için konuşma metinlerini hazırlamak görevi var.
      Birçok koro elemanı bile bu hazırlıkların kim tarafından yapıldığını pek bilmez. Her ne kadar bir defa bu bilinmezliğe gönül koymuş olsam da aslında hiç önemi de yok. En zoru ne biliyor musunuz. Bir konserde artık aramızda olamayacak birinin arkasından bir ağıt hazırlamak. Saatler boyu ekran karşısında göz yaşı dökerek sözcükleri yan yana getirmek ne kadar zordur bilemezsiniz. Üstelik hiçbir yazdığınızı yeterli bulmaz defalarca sil baştan yaparsınız. Her defasında ruhunuzda bir yıkım, her defasında binlerce anı ve ardından tekrar göz yaşı.
       Önümüzdeki konserin tarihi henüz belli değil ama daha önümüzde aylar olduğu kesin. Şimdiden sevgili dostum Postalcıoğlu için yazacaklarımı düşünmeye ve ağlamaya başladım bile. Evet seyirci de belki gözyaşı dökecek ama  sadece birkaç damla. Artık ağıt yazmak istemiyorum.
      Oysa bu BAHAR KONSERİ'mizde yazmak istediklerim vardı. Ülkenin sayılı müzelerinden olan İZMİT ARKEOLOJİ MÜZESİ' ni konu alacak, baharda alışveriş yerlerinden, mangal yapılacak ağaç altlarından başka bir alternatifin de bu güzelim müzeyi gezmek olduğunu vurgulayacak ve ABD den 20 yıldan fazla bir mücadele ile getirtebildiğimiz "Yorgun Herkül" heykelinin bir kopyasının burada olduğunu fotoğraflarla gösterecektim. (bir kopyası da İznik Müzesindedir) Ama tüm çabama rağmen, Turizm ve Kültür Müdürlüğünün bordrosuz, hiç bir menfaat beklemeden 17 yıldır emek veren ve katkı sağlamak için ter döken biri olarak, Vali muavinlerinden birine başvurmama rağmen fotğraf çekme yasağını aşamadım. Bunun için de bir ağıt yazacak ve artık konserlerde bu görevi üstlenmeyeceğim. Sevgiler sunuyorum
      Not: "Yorgun Herkül" heykellerinin dünyada 60 adet kopyasının olduğu bilinmektedir. Bu dünya şaheserinin bilinen en ünlüsü geçtiğimiz aylarda üst kısmı büyük hukuk savaşı verilerek ABD den getirtilen ve Antalya Müzesindeki yerini alan heykeldir. Benim görme şansına erdiğim diğer ikisi İznik ve İzmit müzesindekilerdir ve bu ikisinin de başları mevcut değildir.   Antalyadaki herkülün başı bir fotoğrafçının gayretleri ile bulunmuş ve ülkemizdeki vücudu ile birleşebilmiştir. Böyle bir hizmeti hangi fotoğrafçı yapmak istemez. Tabii çekmesine izin verilirse. Yukardaki fotoğraf tarafımdam İznik'de çekilebilmiş ama İzmit'teki çekilememişrir.
     

22 Şubat 2012 Çarşamba

Hangi Hormon Hangi Organik

        "Yaşımı boşver gördüklerime bak." dersem iki tarafı keskin bıçak gibi anlam çıkar. 1-Çok uzun yaşadım ama pek birşey görmedim . 2- yaşım küçük ama çok şey gördüm.
        İkisinde de bir ironi var ve  ikisinde de hem uzun yaşayıp ağır çekim gibi görmek hem de daha az yaşayıp hızlı çekimle görmek. Görmek deyince de sadece gözle görmek anlamında değil tabii anlarsınız işte
       Erzurumun bir köyünde yaşayan ve nerdeyse 50 yıl köyden çıkmayan ihtiyarlar yeni muhtarla geçinemezler ve Mustafa Kemal paşaya muhtarı şikayete karar verirler. Eşeklerine atlayıp Ankaraya gitmeye karar veriler. Sabahın erken vaktinde yola çıkarlar ve öğleye kadar köyü çevreleyen dağın sırtına varırlar. Bu sırtı hayatlarında ilk defa aşmışlardır. Bir de bakarlar ki uçsuz bucaksız bir ova önlerinde uzanıyor. Şaşkınlıkla birbirlerine bakarlar ve biri ortak düşünceyi dile getirir.
"Aboooo Kemal Paşanin emme de böyyük torpahlari varimiş."
      İşte bu da yaşamanın bir biçimi. Aslında konu bu değil tabii. Ben bu gün hayatımızda farkına varsak da varmasak de nelerin değiştiğini ve etkilerini nasıl yaşadığımızı yiyeceklerin serüvenine göz atarak hatırlamaya çalışacağım.
       Ben ilk okuldayken nüfusmuzun 23 milyon olmasıyla öğünürdük. Sanırım %15 şehirli %85 köylüydük. Erzurumlu ihtiyarlar gibi kent veya kasaba görmemiş çok insan vardı.
       Yine köylülüğümüzle öğünür dünyada kendi nüfusunu doyuran birkaç ülkeden biri olmakla gurur duyardık. Yediklerimiz, sebzelerin mevsiminde en hası, yine mevsiminde meyveler. Yemekler taze etle tereyağ ve sade yağla yapılırdı. Sade yağın ne olduğunu 40 yaşın altındakilerin bilmediğine kalıbımı basarım. Sade yağ, eritilip ayranı süzülmüş ve daha dayanıklı hale getirilmiş tereyağıdır. 50 li yıllarda Türkiye Turyağ markalı bir margarinle ilk defa tanıştı.(Vita daha sonradır) öyle bir reklamı yapıldı ve öyle bir pompalandı ki tereyağ veya sade yağ yiyenler adeta ikinci sınıf insanlarmış gibi görülmeye başlandı. "Tereyağ mı yiyor aah zavallı fakirim gariban işte. Turyağ alacak kadar parası yok zavallının."
       Mutfaklarımıza Turyağ girince neden olduğunu anlayamadığımız sindirim sorunları yaşamaya başladık. Kimini karnı ağrıyordu kiminin gazı vardı. Kimi ishal olmaya başlamıştı, kimi kabız. Tabii o zamanlar her köşede doktor yok. Olanlar da kocakarılardan bile bilgisiz. Kabız olana ingiliz tuzu ishal olana meşe palamudu tozu. O zamanlar dericiler kullandığı için meşe palamudu bolca bulunurdu, ama fazla kaçarsa da bu defa tirbişon ara ki hayatta kalabilesin. Neyse bunun yağ değişiminden olduğunu kimse ne anladı ne de merak edip araştırdı. Bir nesil böyle adaptasyon sorunu yaşarken yeni nesil Turyağ ve Vita ile doğunca bağışıklık kazandılar sorunun kaynağı da unutulup gitti.
     Yeni nesil de ishal oldu, kabız oldu ama margarinden değildi. Sıradan salgın hastalıklardandı. Kader işte. Aradan yıllar geçti, Tere yağa arkamızı tam olarak dönmüştük. Şimdi moda Vita, Sana, Teremyağ (üçkağıda bak yumuşak geçiş için isim benzerliği) her mevsim her sebzeyi ve her meyveyi yiyebilmekti. Yazın domatesin hası 25 kuruş kışın içi odunlusu 5 lira. Olsuuun alacaksın. Çocukların yemesi için her türlü şaklabanlığı yaparak ille de ıspanak yedireceğiz. Çünkü demir deposuymuş. Buna hala inanan anneler vardır ama bunun bir yalan olduğu 1975 yılında ABD tarafından ortaya çıkarıldı.
       Sonra ne olduysa oldu doktorlar birden hidayete erdiler ve kalp ve damar hastalıklarında baş rolün margarin olduğunu keşfettiler. Türkiyede hayvancılık ölmüş, süt ve süt ürünlerinin evlere girmesi neredeyse imkansızlaşmış. Et uçmuş, tereyağ ancak vitrinlerde seyredilebiliyor ama yiyemeyen ikinci sınıf insan, gariban. Sebzeler mi ? onlar da tu kaka hepsi hormonlu GDO lu. Yani belki bilemezsiniz ben söyleyeyim. Genetiği Değiştirilmiş Otlar. (aslında ben de tam bilmiyorum da yakıştırıyorum işte)
İnternet ve gazete kültürlü bizler haydaaa şimdi ricata başladık fiyatı ne olursa olsun tereyağa, Organik(miş gibi) fiyatı iki misli olan sebzelere yöneldik hemen. Bu güne kadar yediklerimiz meğer bizi öldürüyormuş haberimiz yokmuş. (1950 de ortalama ömür 48 yıl, 2010 da 70 yıl hem de Türkiyede)
Bir süredir yemekler tere yağla sebzeler ORGANİK takılıyoruz. Kimimiz felaket ishal, kimimiz tirbuşon arıyor. Sağlık ocaklarında beklerken hastalarla konuşuyorum meğer grip falan da daha yeni trend beslenmeye geçememiş olanlarda görülüyormuş. Ah şu şehir efsaneleri.
       Bizim Pazar pazarı Cumartesi gecesinden kurulmaya başlar. Bazan korsan alışveriş yaparım yani cumartesi gecesinden uğrarım pazara. Uzun süredir tanıştığım genç pazarcı baktım elmaları ayırıyor. Sordum onları atacaksın galiba?" cin cin baktı. "Ne atması abi onlar kurtlu ve yamuk olanlar onlar organik oluyormuş. Onları iki katına satacağım. Önce onlar bitiyor her pazar."
       İşte böyle, biz uzun yaşadık neler gördük neler. Önce organik besleniyorduk sonra inorganik beslenmeye başladık. Şimdi yine organik besleneceğiz, biraz daha yaşarsak bunlar unutulacak yine inorganiğe geçeceğiz ama her geçişte ya ishal ya da hazımsızlık ve peklik. Ne dersiniz bunun orta yolu yok mu acaba. Eğer sindirim siteminiz tepki vermiyorsa bilin ki kandırılıyorsunuz benden söylemesi.