"Yaşımı boşver gördüklerime bak." dersem iki tarafı keskin bıçak gibi anlam çıkar. 1-Çok uzun yaşadım ama pek birşey görmedim . 2- yaşım küçük ama çok şey gördüm.
İkisinde de bir ironi var ve ikisinde de hem uzun yaşayıp ağır çekim gibi görmek hem de daha az yaşayıp hızlı çekimle görmek. Görmek deyince de sadece gözle görmek anlamında değil tabii anlarsınız işte
Erzurumun bir köyünde yaşayan ve nerdeyse 50 yıl köyden çıkmayan ihtiyarlar yeni muhtarla geçinemezler ve Mustafa Kemal paşaya muhtarı şikayete karar verirler. Eşeklerine atlayıp Ankaraya gitmeye karar veriler. Sabahın erken vaktinde yola çıkarlar ve öğleye kadar köyü çevreleyen dağın sırtına varırlar. Bu sırtı hayatlarında ilk defa aşmışlardır. Bir de bakarlar ki uçsuz bucaksız bir ova önlerinde uzanıyor. Şaşkınlıkla birbirlerine bakarlar ve biri ortak düşünceyi dile getirir.
"Aboooo Kemal Paşanin emme de böyyük torpahlari varimiş."
İşte bu da yaşamanın bir biçimi. Aslında konu bu değil tabii. Ben bu gün hayatımızda farkına varsak da varmasak de nelerin değiştiğini ve etkilerini nasıl yaşadığımızı yiyeceklerin serüvenine göz atarak hatırlamaya çalışacağım.
Ben ilk okuldayken nüfusmuzun 23 milyon olmasıyla öğünürdük. Sanırım %15 şehirli %85 köylüydük. Erzurumlu ihtiyarlar gibi kent veya kasaba görmemiş çok insan vardı.
Yine köylülüğümüzle öğünür dünyada kendi nüfusunu doyuran birkaç ülkeden biri olmakla gurur duyardık. Yediklerimiz, sebzelerin mevsiminde en hası, yine mevsiminde meyveler. Yemekler taze etle tereyağ ve sade yağla yapılırdı. Sade yağın ne olduğunu 40 yaşın altındakilerin bilmediğine kalıbımı basarım. Sade yağ, eritilip ayranı süzülmüş ve daha dayanıklı hale getirilmiş tereyağıdır. 50 li yıllarda Türkiye Turyağ markalı bir margarinle ilk defa tanıştı.(Vita daha sonradır) öyle bir reklamı yapıldı ve öyle bir pompalandı ki tereyağ veya sade yağ yiyenler adeta ikinci sınıf insanlarmış gibi görülmeye başlandı. "Tereyağ mı yiyor aah zavallı fakirim gariban işte. Turyağ alacak kadar parası yok zavallının."
Mutfaklarımıza Turyağ girince neden olduğunu anlayamadığımız sindirim sorunları yaşamaya başladık. Kimini karnı ağrıyordu kiminin gazı vardı. Kimi ishal olmaya başlamıştı, kimi kabız. Tabii o zamanlar her köşede doktor yok. Olanlar da kocakarılardan bile bilgisiz. Kabız olana ingiliz tuzu ishal olana meşe palamudu tozu. O zamanlar dericiler kullandığı için meşe palamudu bolca bulunurdu, ama fazla kaçarsa da bu defa tirbişon ara ki hayatta kalabilesin. Neyse bunun yağ değişiminden olduğunu kimse ne anladı ne de merak edip araştırdı. Bir nesil böyle adaptasyon sorunu yaşarken yeni nesil Turyağ ve Vita ile doğunca bağışıklık kazandılar sorunun kaynağı da unutulup gitti.
Yeni nesil de ishal oldu, kabız oldu ama margarinden değildi. Sıradan salgın hastalıklardandı. Kader işte. Aradan yıllar geçti, Tere yağa arkamızı tam olarak dönmüştük. Şimdi moda Vita, Sana, Teremyağ (üçkağıda bak yumuşak geçiş için isim benzerliği) her mevsim her sebzeyi ve her meyveyi yiyebilmekti. Yazın domatesin hası 25 kuruş kışın içi odunlusu 5 lira. Olsuuun alacaksın. Çocukların yemesi için her türlü şaklabanlığı yaparak ille de ıspanak yedireceğiz. Çünkü demir deposuymuş. Buna hala inanan anneler vardır ama bunun bir yalan olduğu 1975 yılında ABD tarafından ortaya çıkarıldı.
Sonra ne olduysa oldu doktorlar birden hidayete erdiler ve kalp ve damar hastalıklarında baş rolün margarin olduğunu keşfettiler. Türkiyede hayvancılık ölmüş, süt ve süt ürünlerinin evlere girmesi neredeyse imkansızlaşmış. Et uçmuş, tereyağ ancak vitrinlerde seyredilebiliyor ama yiyemeyen ikinci sınıf insan, gariban. Sebzeler mi ? onlar da tu kaka hepsi hormonlu GDO lu. Yani belki bilemezsiniz ben söyleyeyim. Genetiği Değiştirilmiş Otlar. (aslında ben de tam bilmiyorum da yakıştırıyorum işte)
İnternet ve gazete kültürlü bizler haydaaa şimdi ricata başladık fiyatı ne olursa olsun tereyağa, Organik(miş gibi) fiyatı iki misli olan sebzelere yöneldik hemen. Bu güne kadar yediklerimiz meğer bizi öldürüyormuş haberimiz yokmuş. (1950 de ortalama ömür 48 yıl, 2010 da 70 yıl hem de Türkiyede)
Bir süredir yemekler tere yağla sebzeler ORGANİK takılıyoruz. Kimimiz felaket ishal, kimimiz tirbuşon arıyor. Sağlık ocaklarında beklerken hastalarla konuşuyorum meğer grip falan da daha yeni trend beslenmeye geçememiş olanlarda görülüyormuş. Ah şu şehir efsaneleri.
Bizim Pazar pazarı Cumartesi gecesinden kurulmaya başlar. Bazan korsan alışveriş yaparım yani cumartesi gecesinden uğrarım pazara. Uzun süredir tanıştığım genç pazarcı baktım elmaları ayırıyor. Sordum onları atacaksın galiba?" cin cin baktı. "Ne atması abi onlar kurtlu ve yamuk olanlar onlar organik oluyormuş. Onları iki katına satacağım. Önce onlar bitiyor her pazar."
İşte böyle, biz uzun yaşadık neler gördük neler. Önce organik besleniyorduk sonra inorganik beslenmeye başladık. Şimdi yine organik besleneceğiz, biraz daha yaşarsak bunlar unutulacak yine inorganiğe geçeceğiz ama her geçişte ya ishal ya da hazımsızlık ve peklik. Ne dersiniz bunun orta yolu yok mu acaba. Eğer sindirim siteminiz tepki vermiyorsa bilin ki kandırılıyorsunuz benden söylemesi.
İkisinde de bir ironi var ve ikisinde de hem uzun yaşayıp ağır çekim gibi görmek hem de daha az yaşayıp hızlı çekimle görmek. Görmek deyince de sadece gözle görmek anlamında değil tabii anlarsınız işte
Erzurumun bir köyünde yaşayan ve nerdeyse 50 yıl köyden çıkmayan ihtiyarlar yeni muhtarla geçinemezler ve Mustafa Kemal paşaya muhtarı şikayete karar verirler. Eşeklerine atlayıp Ankaraya gitmeye karar veriler. Sabahın erken vaktinde yola çıkarlar ve öğleye kadar köyü çevreleyen dağın sırtına varırlar. Bu sırtı hayatlarında ilk defa aşmışlardır. Bir de bakarlar ki uçsuz bucaksız bir ova önlerinde uzanıyor. Şaşkınlıkla birbirlerine bakarlar ve biri ortak düşünceyi dile getirir.
"Aboooo Kemal Paşanin emme de böyyük torpahlari varimiş."
İşte bu da yaşamanın bir biçimi. Aslında konu bu değil tabii. Ben bu gün hayatımızda farkına varsak da varmasak de nelerin değiştiğini ve etkilerini nasıl yaşadığımızı yiyeceklerin serüvenine göz atarak hatırlamaya çalışacağım.
Ben ilk okuldayken nüfusmuzun 23 milyon olmasıyla öğünürdük. Sanırım %15 şehirli %85 köylüydük. Erzurumlu ihtiyarlar gibi kent veya kasaba görmemiş çok insan vardı.
Yine köylülüğümüzle öğünür dünyada kendi nüfusunu doyuran birkaç ülkeden biri olmakla gurur duyardık. Yediklerimiz, sebzelerin mevsiminde en hası, yine mevsiminde meyveler. Yemekler taze etle tereyağ ve sade yağla yapılırdı. Sade yağın ne olduğunu 40 yaşın altındakilerin bilmediğine kalıbımı basarım. Sade yağ, eritilip ayranı süzülmüş ve daha dayanıklı hale getirilmiş tereyağıdır. 50 li yıllarda Türkiye Turyağ markalı bir margarinle ilk defa tanıştı.(Vita daha sonradır) öyle bir reklamı yapıldı ve öyle bir pompalandı ki tereyağ veya sade yağ yiyenler adeta ikinci sınıf insanlarmış gibi görülmeye başlandı. "Tereyağ mı yiyor aah zavallı fakirim gariban işte. Turyağ alacak kadar parası yok zavallının."
Mutfaklarımıza Turyağ girince neden olduğunu anlayamadığımız sindirim sorunları yaşamaya başladık. Kimini karnı ağrıyordu kiminin gazı vardı. Kimi ishal olmaya başlamıştı, kimi kabız. Tabii o zamanlar her köşede doktor yok. Olanlar da kocakarılardan bile bilgisiz. Kabız olana ingiliz tuzu ishal olana meşe palamudu tozu. O zamanlar dericiler kullandığı için meşe palamudu bolca bulunurdu, ama fazla kaçarsa da bu defa tirbişon ara ki hayatta kalabilesin. Neyse bunun yağ değişiminden olduğunu kimse ne anladı ne de merak edip araştırdı. Bir nesil böyle adaptasyon sorunu yaşarken yeni nesil Turyağ ve Vita ile doğunca bağışıklık kazandılar sorunun kaynağı da unutulup gitti.
Yeni nesil de ishal oldu, kabız oldu ama margarinden değildi. Sıradan salgın hastalıklardandı. Kader işte. Aradan yıllar geçti, Tere yağa arkamızı tam olarak dönmüştük. Şimdi moda Vita, Sana, Teremyağ (üçkağıda bak yumuşak geçiş için isim benzerliği) her mevsim her sebzeyi ve her meyveyi yiyebilmekti. Yazın domatesin hası 25 kuruş kışın içi odunlusu 5 lira. Olsuuun alacaksın. Çocukların yemesi için her türlü şaklabanlığı yaparak ille de ıspanak yedireceğiz. Çünkü demir deposuymuş. Buna hala inanan anneler vardır ama bunun bir yalan olduğu 1975 yılında ABD tarafından ortaya çıkarıldı.
Sonra ne olduysa oldu doktorlar birden hidayete erdiler ve kalp ve damar hastalıklarında baş rolün margarin olduğunu keşfettiler. Türkiyede hayvancılık ölmüş, süt ve süt ürünlerinin evlere girmesi neredeyse imkansızlaşmış. Et uçmuş, tereyağ ancak vitrinlerde seyredilebiliyor ama yiyemeyen ikinci sınıf insan, gariban. Sebzeler mi ? onlar da tu kaka hepsi hormonlu GDO lu. Yani belki bilemezsiniz ben söyleyeyim. Genetiği Değiştirilmiş Otlar. (aslında ben de tam bilmiyorum da yakıştırıyorum işte)
İnternet ve gazete kültürlü bizler haydaaa şimdi ricata başladık fiyatı ne olursa olsun tereyağa, Organik(miş gibi) fiyatı iki misli olan sebzelere yöneldik hemen. Bu güne kadar yediklerimiz meğer bizi öldürüyormuş haberimiz yokmuş. (1950 de ortalama ömür 48 yıl, 2010 da 70 yıl hem de Türkiyede)
Bir süredir yemekler tere yağla sebzeler ORGANİK takılıyoruz. Kimimiz felaket ishal, kimimiz tirbuşon arıyor. Sağlık ocaklarında beklerken hastalarla konuşuyorum meğer grip falan da daha yeni trend beslenmeye geçememiş olanlarda görülüyormuş. Ah şu şehir efsaneleri.
Bizim Pazar pazarı Cumartesi gecesinden kurulmaya başlar. Bazan korsan alışveriş yaparım yani cumartesi gecesinden uğrarım pazara. Uzun süredir tanıştığım genç pazarcı baktım elmaları ayırıyor. Sordum onları atacaksın galiba?" cin cin baktı. "Ne atması abi onlar kurtlu ve yamuk olanlar onlar organik oluyormuş. Onları iki katına satacağım. Önce onlar bitiyor her pazar."
İşte böyle, biz uzun yaşadık neler gördük neler. Önce organik besleniyorduk sonra inorganik beslenmeye başladık. Şimdi yine organik besleneceğiz, biraz daha yaşarsak bunlar unutulacak yine inorganiğe geçeceğiz ama her geçişte ya ishal ya da hazımsızlık ve peklik. Ne dersiniz bunun orta yolu yok mu acaba. Eğer sindirim siteminiz tepki vermiyorsa bilin ki kandırılıyorsunuz benden söylemesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder