27 Haziran 2014 Cuma

"NERDE O SİYAH BEYAZ GÜNLERİ"



Urfa yaşamımda önemli bir yer tutan kenttir.
1957 yılında Babam buraya tayin olmuştu. Ben ortaokul 3. Sınıfa burada başladım. Çok değerli dostlar edindik burada yaşadığımız yedi yıl içinde. Bu dostlarımız hem yerli insanlar, hem de bizim gibi hayatının bir bölümünü burada geçirmek üzere yurdun birçok yerinden gönderilen insanlardı. Artık 2014 yılındayız aradan geçen bunca yıl içinde o isimlerin bir kısmı aramızdan ayrılmış bir kısmı ise gevşeyen bağlar nedeniyle belirsizleşmiştir. Yine de belleğimde önemli yer tutarak yaşamaya devam ediyorlar.
Hayatımın vaz geçilmez uğraşlarından biri fotoğraf çekmektir. Bu sevgi, Urfa’da yeşermiştir. Sınıf arkadaşım Fevzi Yeşilçimen içimizde makinesi olan tek dostumuzdu. Ondan bir günlüğüne ödünç aldığım makine ile ilk adımları attığımı çok iyi biliyorum. Sonra da karanlık odasında fotoğraf basmayı öğrendiğim Hüseyin Kırcalı.
Fevzi Hukuk tahsili yaptı; Hüseyin Kırcalı ise dünya çapında bir spor fotoğrafçısı oldu. Uluslararası ödülleri olan ve meslek hayatını Milliyette tamamlayan bir usta, bir öncüydü. Türkiye fotoğraf teknolojisinin birçok gelişmesini onunla tanıyıp benimsedi.
1962 yılında artık evimizde bir karanlık oda vardı. Gecelerimin büyük bölümü bu karanlık odada geçiyordu. Fotoğrafçılık adına denemediğim formül, denemediğim teknik neredeyse kalmamıştı. Artık kendisine sorular sorulan bir usta olarak algılanıyordum. Yıllar çabucak geçti. Önce renkli fotoğraf devrimi oldu. Buna adapte olmak benim için çok kolaydı ama artık laboratuvarlara bağımlıydık. Onlar bizim sanatımızın en zayıf halkasını oluşturuyordu. Diyapozitiflerde sorun yoktu ama negatiften baskıda Allaha emanettik. Bir baskı bir baskıyı tutmuyor çok sık hayal kırıklığı yaşıyorduk. Evde baskı neredeyse imkânsızdı. Denemedi yatırım yapmadı değildik ama teknolojinin kendisi evrimini tamamlamamıştı. İşte o zaman elimizden kaçmış olan iplere bakarak siyah beyazın sanatsal ögelerini tartışır olduk.
Zaman geçip de baskı teknikleri mükemmele doğru ilerlerken önce baskı makineleri dijitalleşti. Tek sorun vardı “Kadraj”. Eğer çekimde tam kadrajı tutturamamışsak yine hayal kırıklığı yaşıyorduk. Buna dikkat edip kadrajı fotoğrafı çekerken tam tutturanlar sorun yaşamıyordu. Bunun farkına varamayanlar hâlâ yakınıyorlardı “Nerde o siyah beyaz günleri” diye.
Şimdi analog makineler emekli oldu, dijital makineler yılda birkaç model çıkarıyorlar. Bunları yakından takip ediyoruz alıyoruz ama hala şikâyetçiyiz “Nerede o siyah beyaz günler.”
Oysa bu temelden yanlış. Fotoğraf nasıl çekilirse çekilsin üç unsuru var. Objektif (netlik), ışığın kendisi ve miktarı (ISO, Diyafram ve enstantane) AUTO çekimle veya P ile bunlar makine tarafından otomatik olarak hallediliyor. Bas – çek. Buna rağmen eski günleri anarız “nerde o siyah beyaz günleri”
Sorun dijital fotoğrafların bilgisayar ortamında işlenmesi ile ilgili oysa. Çekim+ yükleme+ düzeltme olmadan mükemmel fotoğrafa ulaşılamaz. Ben fotoşop programı kullanmamayı tercih ederim ama fotoğraflarımda mutlaka kadraj hatalarını kırpma ile ışık problemlerini de ışık ve kontrast menüleri  ile elden geçirir, ondan sonra “işim tamam” derim. Dijital teknoloji siyah beyaz fotoğrafta yaptığımız tüm atraksiyonları fazlasıyla yapabildiğimiz bir teknoloji ve ben hiçbir zaman “Nerde o siyah beyaz günleri” demiyorum. Üstelik en pahalı makine en iyidir düşüncesi de yanlış. Amaca uygun makine ve amaca uygun objektif  önemli.  
Hâlâ Canon D 350 ile D60 ı aynı anda kullanıyor ve farksız sonuçlar almaya devam ediyorum.  Makineden de objektiften de ve teknolojiden de daha önemli bir şey daha var. GÖZ ZEVKİNİZ VE FOTOĞRAF KÜLTÜRÜNÜZ.
 
 

18 Haziran 2014 Çarşamba

GALATASARAY'IN VE LUCESCU'NUN ONURU


Galatasaray çok geniş bir kitlenin hayretle karşıladığı bir açıklama yapmıştı. “Teknik direktör adayımız Lucescu” hayretten ağızları bir karış açık kalmış gazeteciler soruyor “Temas ettiniz mi gelmeye sıcak bakıyor mu” Cevap, “hiçbir sorun yok görüştük gelebileceğini söyledi."

Bir an yüzbinlerce sporsever gibi ben de kendimi Luçesku’nun yerine koydum. Geçmişi şöyle bir hatırladım.

Adam Galatasarayı şampiyon yapmış, Avrupada yarı finale kadar taşımış. Daha da ileriye götürecek. Bir anda kapı dışarı ediliyor ve yerine Fatih Terim geliyor. İki maç sonra da meyveleri Terim toplayıp Avrupa şampiyonu yapıyor takımı. Yani Luçesku’nun pişirdiği yemeği Fatihe sunuyorlar.

Adamın arkasından neler söylemediler ki, ne çingeneliği kaldı ne iş bilmezliği ne de başka şeyleri.

Lucescu sessizce ve hepsini sineye çekerek çekip gitti. Yıllardır da Shaktar Donetsk de başarıdan başarıya koşuyor.

Yine de çok kibar adammış. Eğer palavra değil de kendisiyle görüşmüşlerse “Hasstirin efendiler. Ben iki defa paspas edilip çiğnenecek adam değilim. Ben Galatasaray’ı çalıştırmak değil adını duymak istemem” dememiş. "Gelemiyorum"demiş.

Adamın onuru ile oynadınız, barı onun adını gündeme getirip de refüze olacağınızı bile bile kendi onurunuzla oynatmasaydınız.

11 Haziran 2014 Çarşamba

KAYNANA KRALIN ANNESİ İSE ?...


Kaynana Kralın Annesi  ise..

Eski İran sarayında kimsenin hayatının garantisi yoktu. Saltanat uğruna çok can alınmıştı. Bunlardan en ilginç olanı Kral Ardaşir’in Annesi Perizat ile, karısı arasında geçenidir.

Perizat, Kral Ardaşir’in karısını, kocası Keyhüsrev aleyhine kışkırtıp öldürttüğüne inanıyor ve büyük kin duyuyordu. Ana kraliçe ile gelini birbirlerini bir kaşık suda boğmak istediklerini de biliyorlardı. Karşılaştıkları zaman ise birbirlerine gülümsüyorlar, hatta birbirlerini ziyaretlerde de kusur etmiyorlardı.

Yemeklerde sanki anlaşmış gibi aynı anda aynı tabaktan almayı adet haline getirmişlerdi. (zehirlenmekten karşılıklı olarak korkuyorlardı) Bir akşam Perizat’ın sofrasındaydılar. Ortaya nefis bir av eti geldi. Ev sahibesi Perizat eti kendi eliyle kesti. Bir parçasını alarak yemeye başladı. Diğer parçayı gelinine verdi. O da aklına bir şey gelmeden diğer parçayı yemeye başladı. Eti kesen bıçağın sadece bir tarafının zehirli olacağı kimin aklına gelirdi ki.

Ardaşir karısını öldüren annesini sadece sürgüne göndermekle yetindi. Zira o sırada başka birine aşık olmuştu.

9 Haziran 2014 Pazartesi

ATIN ANAVATANI SİZCE NERESİDİR


ATIN ANAVATANI

       Son yılların en ilginç arkeolojik keşiflerinden biri AT ın vatanının bizim bildiğimizin aksine Asya değil Amerika olduğunun keşfedilmesi imiş. Bulunan kalıntılarda yapılan yaş tayinleri Amerika kıtasındaki at kemiklerinin bundan 12-13 bin yıldan öncesini gösteriyormuş. Asya kıtasında ise 10 bin yıldan daha eski hiçbir at kemiği bulunmuyormuş.         Bu da atın bundan onbin yıl önce Bering köprüsünden Asyaya geçtiğini gösteriyormuş. Araştırmacılar İncelenen Amerika yerlilerinin destanlarından  atın tıpkı buffalolar gibi hatta ondan daha kolay avlandığını ve yendiğini

öğrenmişler. At, Beringden Asyaya geçince asyalılar onu avlamak yerine ehlileştirmeyi tercih ederken Amerikan yerlileri neslini tüketene kadar avlamışlar. Atın tekrar bu kıtaya gelmesi Kolomb'un seferleriyle gerçekleşmiş.
        Kadere bakın ki bu yanlış tercih bir avuç atlı ispanyolun kızılderili ırkını neredeyse ortadan kadıracak kadar üstünlük sağlamasına neden olmuş.

.

4 Haziran 2014 Çarşamba

"KELEBEKLER DİYARINDA" Selim Öztaş ve bir isteğin öyküsü


KELEBEKLER DİYARINDA    
 Selim Öztaş ve bir isteğin öyküsü.

        Yıl 1962 veya 63, Üniversite öğrencisiyim Tıp öğrencisi olan Ağabeyimin arkasından ailenin ikinci yüksek öğrenim işçisi.

         Ud çalmaya çalışıyorum. Tek hocam radyo. Her şarkıyı, her melodiyi, her taksimi onu izleyerek öğrenmeye çalışıyorum. Bir gün ağabeyim kolumdan tutarak İ.Ü.Tıp korosuna götürdü. Şef yine bir tıp öğrencisi Teoman Önaldı. Oldukça iyi bir udum var alıp gittim çalışmaya. Teoman ağabey malın iyisini 100 metre ilerden anlayacak kadar deneyimli. Udu görür görmez hemen eline aldı ve çalmaya başladı. Aman allahım. Ne öyle bir icrayi duydum ne de gördüm. Bir anda yelkenlerim bırakın suya değmeyi teknem de battı. Meğer ben kocaman bir sıfırmışım. Sonra udu elime verip “hadi bir de seni dinleyelim” deyince ben ud icracılığımdan ebediyen istifa ettiğimi söylemek zorunda kaldım.

         Sonra onun yüreklendirmesi ve ısrarıyla titreyen ellerimle tellere dokunmaya başladım. Neyse birkaç kararsız notadan sonra ben de kendime gelmeye başladım. Birkaç makamda dolaşmamı istedi ve sonra da belki de hiç hak etmediğim güzel sözler söyleyerek hevesimin devamını sağladı. Bir süre bu koroda birlikte çalıştık. Orada onun “Kelebekler diyarında” adlı hayran olduğum eserini, “Bahar gelir açar güller” adlı şarkısını hiç unutmadım.

           Yıllar korolarda Türk Sanat müziği icra ederek geçti. Ancak hep aklımda olmasına rağmen notası olmadığı için koromuzda icra etme fırsatı bulamadık. Bir gün merak ederek Facebook ta Teoman ağabeyi aradım. O da üyeymiş. Hemen kendimi tanıtarak Kelebekler Diyarında” nın notasını istedim.

          Hemen gönderdi ama konserimize çok az kalmıştı. Ertesi yıla erteledik. Bu eseri ilk defa duyan İzmitli sanatseverler kuliste ve fuayede hep bunu sordular.

          “Kelebekler diyarında” nın arşivlerden bir türlü çıkmamasından çok rahatsızdım. İzleyicisine ne kadar saygılı olduğunu bildiğim programlardan istekte bulunmaya başladım. Bunlardan ilki sevgili hocaların hocası Selim Öztaş idi. Diğeri de Tahir Aydoğdu.

          Selim Öztaş doğrudan bana mesaj göndererek bu esri bir programda seslendireceklerini söylüyordu. Tahir Aydoğdu ise notasını mümkünse göndermemi mesajlamıştı. Hemen gereğini yaptım ve beklemeye başladım. İşin kötüsü iki haftalık bir seyahate çıkmam gerekmişti ve bu arada çalınır da ben kaçırırsam bu insanlardan nasıl tekrar isteyebilirdim. Selim Öztaş hocaya hemen bunu bildirdim. Gerçekten de iki hafta sonra bana mesaj göndererek 3 Haziran günü icra edeceklerini bildirdi. Bu ilgi, izleyicisine saygı ve mesleğine olan titizliği belki de eserin icrasından daha değerliydi. Türkiye gibi bir ülkede normal bir vatandaşın böyle bir saygıyı hele hele çok ünlü bir sanatçı tarafından görmesi inanın göz yaşartıcı. Üstelik bu eserin tüm hikâyesini de anlatarak beni ve Dr. Teoman Önaldı’yı onore etmesi ayrı bir incelikti. Tabii ki haksızlık etmeyeyim. Gerçek sanatçılar daima bu yüce gönüllülüğe ve inceliğe özen gösteriyorlar ve karakterlerinde de var. Çiğdem Yarkın, Galip Sokullu, Doğan dikmen, Tahir Aydoğdu temas ettiğim ve daima da aynı incelikle mukabele gördüğüm  sanatçılar.

       Tek bir dileğim kalıyor geriye, nice besteler var ki tozlu arşivlerde gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Bunların bize ulaşması için ille de bestecilerinin ölmesi  mi gerekiyor. Onların sağlığında bunların çalınıp söylendiğini görmeye hakları var. Sevgili program yapımcılarının buna özen göstermelerini diliyorum.
          Dr. Nevzat Atlığa “Hocam şimdiye kadar yaşayan hiçbir sanatçının eserini seslendirmediniz “ demişler. Bu eleştiri ona çok koymuş ve bir konserden sonra “Hani hayattaki sanatçıların eserini seslendirmiyorduk. İşte Muzaffer İlkar’ın bir eserini seslendirdik “ deyince “Hocam hakkın rahmetine kavuşalı neredeyse iki yıl oluyor” demişler. (Tam olarak belki böyle değil ama yakın ve gerçek imiş.)