17 Ekim 2017 Salı
vuralınyeri: MUZ CUMHURİYETİ DEĞİLİZ. PEKİ NEYİZ ?
vuralınyeri: MUZ CUMHURİYETİ DEĞİLİZ. PEKİ NEYİZ ?: Arazi parçalandıkça üretim maliyeti artar ve mutlaka sonunda el değiştirir. Büyük çiflikler doğar. BİZ MUZ CUMHURİYETİ DEĞİLİZ PEKİ ...
MUZ CUMHURİYETİ DEĞİLİZ. PEKİ NEYİZ ?
Arazi parçalandıkça üretim maliyeti artar ve mutlaka sonunda el değiştirir. Büyük çiflikler doğar.
BİZ MUZ CUMHURİYETİ DEĞİLİZ PEKİ
NEYİZ?
ABD tarihi, neredeyse Fransız
ihtilaliyle aynı zamanda başlar. 1789 yılında Fransa’da devrim gerçekleşmiş
kral ve kraliçenin kelleleri giyotinin sepetine düşürülmüştü. Bu devrim on yıl
sürmüş olsa da Fransızlar aslında Bastil hapishanesinin yıkılışını devrimin
başlangıcı olarak kabul ederler.
Fransa’nın Amerika’nın
bağımsızlığına yaptığı büyük yatırım Amerikalıları bağımsızlığa kavuşturmuş ama
Fransa hazinesini tamtakır bırakmıştı. Gelirleri arttırma çabası nihayet
devrimin patlak vermesine neden olmuştu. Amerikan Bağımsızlığı 1783 yılında
gerçekleşmiş 6 yıl sonra da Fransız devrimini tetiklemişti
Amerikan tarihinin bu yazıyı
ilgilendiren tarafı 1851 yılında başlatılan BATIYA GÖÇ olayıdır.
Amerikan hükümeti batıya göç
programını başlattığında Avrupa’nın bütün maceracıları, suçluları ve son
kuruşlarına kadar paralarını, Amerika’ya getirecek gemilere vermiş olan
yoksulları tüm geleceklerini bu yarışa bağlamışlardı. Dikilen bayrağı kapan 150
hektar (1.500.000)m2 toprağa sahip oluyordu.
Bu topraklar tüm Amerikan tarihi
boyunca hiç işlenmemiş ve hiç ekilip biçilmemiş topraklardı. Taşlık, ormanlık,
bataklık olabiliyordu. Bu insanlar büyük çaba ve emekle buraları hayvancılık,
çifçilik, gibi işler için ıslah ettiler. Bırakın kâr etmeyi karınlarını bile
doyuramıyorlardı. Açlıktan ölenlerin sayısı hastalıktan ölenlerden belki de
daha fazlaydı. Bu durum insanları çoğu kez suça sürüklüyor, hırsızlık cinayet
ve soygunlar adi olaylarmış gibi çok sık görülüyordu. Merkezi hükümet zayıftı.
Her kasabanın kendi kanunları, bankaları ve polis kuvveti (Şerifi) vardı.
Elbette ki toprağın değerini çok iyi bilen ve bunları ellerinde toplamaya
kararlı zenginler de vardı ki bunların çoğu kasabaların bankerleriydi.
Hayvan için, tohumluk için ve
diğer ihtiyaçlar için parası kalmamış olan bu toprak sahipleri ister istemez
bankalardan ipotek karşılığı borç alıyorlardı. Hasat zamanı ürününün para
etmediğini gören çifçiler sözleşme gereği topraklarını bankerlere devretmek
zorunda kalıyorlardı. Buna karşı çıkanların sonu darağacıydı. Hepimizin yakından
tanıdığı Jessi James’ler işte böyle herşeylerini kaybetmiş intikamcı
çifçilerden çıkmıştı. Sular durulduğunda eski çifçiler gitmiş yerine
milyonlarca hektar toprakları yok pahasına elde etmiş para babaları gelmişti.
Şimdi büyük çiflikler zamanıydı artık. Toprakların neredeyse tek amacı vardı
otlak olarak kullanılmak. Bu çifliklerde sığır yetiştiriliyordu. En büyük
arazilerde en büyük sürüler vardı.
Yeter ki toprağın olsun, istersen
üzerinde kasabalar kentler bile kurarsın. Amerikalılar hem toprağın değerini
iyi kavramış hem de yok pahasına nasıl elde edileceğini keşfetmişlerdi. Bu
keşif sonraları bütün dünyaya ilham kaynağı olacaktı.
Bütün bunları neden anlattım. Son
çeyrek asırda ülkemizin toprakları hızla Amerikalıların yaptığının daha
incelikli ve daha zarif bir şekilde belli ellerde toplanması nı sağlıyor. Nasıl
mı?
Önce toprakların 5 dekara kadar
bölünmesine izin veriliyor. Miras 5 dekardan küçük olamıyor. 5 dekar bir aileye
yetmediği gibi hisselisi hiç yetmiyor. Başlıyor kavgalar. Sonunda bir şekilde
izaleyi şuyu denen bir yolla satılıyor. Satın alanlar genellikle aile dışından
birileri. Zira aileler zaten paraya muhtaç. Satmayanların gençleri köyü terk
edip kasabada veya kentte bir işe giriyor. Toprağı elinde bulundurana devlet
dekar başına belli bir para ödüyor ve bu parayla yetinmek zorunda kalan yaşlı
nüfus. Önce tarlasını kiraya veriyor, sonra da rahmetlik olunca çocuklar
satıyorlar. Böylece yavaş yavaş topraklar belli ellerde toplanıyor. 5 dekarlık
bir yerin kâr getirmesi neredeyse imkânsız. Bunun en az miktarının 20-25 dekar
olması işlemeye, ekip hasat etmeye değer olmasını gerektiriyor. Bu bile kârlı bir iş değil. Üstelik devlet
sürekli ithalat yaparak ve yaptırarak küçük çifçiyi ve köylüyü tarımdan
uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyor. Diyelim ki birinin elinde 25
dekarlık bir arazi var diğerinin elinde 25000 dekar. Hangisi daha çok kar
getirir. Bir traktörün verimliliği 103 dekar arazi içindir. Sulama çapalama vs
için de yatırımın öyle olması gerekir. 25 dekarı olan birisi 4 kat daha
pahalıya çalışıyor demektir. Biçerdöver için, ilaçlama için, gübreleme için de
aynı şey geçerlidir. Para sahiplerinin bu küçük arazileri ellerine geçirmeleri
için biz şehirliler de hem kullanılır hem de sürekli kandırılırız. “Et ithal
edeceğiz fiyatlar düşecek” derler fiyatlar düşmez hayvan yetiştiricisi zarar
ettirilir “Buğday, muz, karpuz, pirinç…. Ve nihayet saman ithal ediyoruz.
Fiyatlar düşecek” derler ama hiçbir zaman ne çifçi kâr eder ne de kentli
tüketici ucuza saman yer.
Oyun henüz tamamlanmadı. Hele Afrika’da
devletin satın alacağı sonra bir yandaşa kiralayacağı yüzbinlerce hektar
arazinin ürününü bize ucuza(!) satsın da bakın köylünün durumu ne olacak.
Ülkemizdeki toprakların üçüncü eli, uluslararası şirketler olacak. Burada
üretecekler ve bize ithalatmış gibi satacaklar. Biz bir muz cumhuriyeti değiliz
ve olmayacağız da zira muz sadece güneyde dar bir şeritte yetişebiliyor ama
kendi toprağında yabancıların ürettiği bir mesela BUĞDAY CUMHURİYETİ
olabiliriz.
13 Eylül 2017 Çarşamba
ADALETİ DUMAN ALMIŞ YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR
Ülkemizde
adalet bazen bir isim, bazen bir sarayın adı (ADALET SARAYI) ama en sık da
ulaşılmak istenen bir KIZILELMA. Biliyorsunuz KIZILELMA ulaşılamayan bir ütopik
ülkedir.
Aslında
ADALET'i bir uyuşmazlığın çözümünde haklıyla haksızı ayırdetmek veya kimin ne
kadar haklı olduğunu bulmak için kullanılan bir sistem bir kompleks yapı olarak
algılıyorum ben.
Toplumları
oluşturan fertler arasındaki ilişkilerin çözümsüzlüğünde başvurulan enstrümanlar
gelenekler, örfler ve en önemlisi de yasalardır. Bu toplumdan topluma ve çağlar
boyu değişiklikler göstererek gelişerek ve mükemmelleşerek günümüze kadar
gelmiştir. Bunun bir kronolojisini yapmayı düşünmüyorum. Ancak artık modern bir
toplum olduğumuzu iddia ettiğimiz bir çağda evrensel normlarda olmasını bekleriz.
Ülkemizde ADALET için artık kitleler yüzlerce kilometre yürüyerek talepte
bulunuyor. Soralım haydi nelerin adaleti?
Ailelerde
çocuklar arasında adil değiliz. Okullarda öğretmen öğrenci ilişkilerinde adil
değiliz. İşçi işveren arasında adalet sakat. Memur ve amir arasında adalet
arıyoruz. Futbol seyircisi adalet dağıtması, kuralları tarafsız uygulaması
gereken hakemden adalet bulamadığı için sokaklarda hak aramaya çıkıyor.
Dindarlar kendi aralarında adalet peşinde. Müşteri esnaftan esnaf müşteriden adil
olmasını istiyor. Kadın erkek ilişkileri adil değil, daima erkekten yana. Ve de
en önemlisi ADALET dağıtan kurumlara, yani ADLİYE’lerin adalet dağıttığına
inanmıyoruz. Adalete güven %30 seviyesine inmiş.
Adliyelerde
adalet aramak çok pahalı ve çok yıpratıcı. Apaçık ortada olan bir miras
meselesi bile onyıllar sürebiliyor. Bütün bunları sıralamak yerine sizin hayal
gücünüze bırakmak istiyorum.
Son yıllarda
gazetelerin yazdığı toplum haberlerine baktığımızda her olayda birkaç ölü ve
iki katı kadar yaralı görüyoruz. Bunların her biri ADALET’in sokakta arandığı
olaylar. Neden ise Adalete güvenmeyenlerin çözüm arayışı.
Adaletin
gerçekleşmediğine gerçekleşemeyeceğine inanan insan kendi adaletini kendi
sağlamaya başlayınca da gelsin cinayetler. Artık Mafya adaleti bile çok revaçta
ve oldukça adil.
Bir zamanlar
bir meseleden dolayı ters düştüğümüz birisi sorunu kendi lehine çözmek için
ünlü bir kabadayıya işi vermiş. Adamları gelip beni buldular ve kabadayının
huzuruna çıkardılar.
Adam gayet
ifadesiz bir suratla ama kibarca meselenin ne olduğunu sordu. Açıkça ve
dosdoğru anlattım. Meğer şikâyetçi yan odadaymış. Onun gelmesini buyurdu. Bizi
yüzleştirdi ve adamı odadan kovdu. Sonra da buraya kadar zahmet ettirdiği için
özür dileyerek Balmumcudan Floryaya kadar kendi arabasıyla gönderdi. Sorun da
böylece kökten çözülmüş oldu. Bu söylediğim 30 yıl kadar önceydi. Nerde o kesin
adil çözümler, nerde o kabadayılar. Ve en önemlisi nerde o eski ADALET sezgisi.
Adalet bir
kavramdır ve ne yazık ki insan bu konuda doğru eğitilmezse egosunu adaletten
hep üstün görür ve doğru olsa bile adalete inanmaz.
İşimiz zor,
her kalem için bir Ankara – İstanbul, sonra da dönüp bir İstanbul-Ankara arası
yürümeliyiz. Marşımız da ADALETİ DUMAN ALMIŞ YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR.....
26 Ağustos 2017 Cumartesi
ÇARŞAMBA GEZGİNLERİ LONGOZDA
ÇARŞAMBA GEZGİNLERİ'NİN ÜÇ FEDAİSİ KARASU YOLUNDA
Çarşamba
gezginlerinin üç fedaisi Karasu gezisinin ilk ayağında Sakarya Ağzı’nda idi
bunu yazmıştım. İkinci
ayağında iki fedaiAcarlar Longoz ’undan izlenimlerini fotoğraflarken yazılı bölümleri
kaleme almak da yine bana düştü.
Longoz
terimi SUBASAR ORMAN anlamına gelmektedir. Akarsuların hızlarının iyice düştüğü
deniz kenarında denizle akarsu arasında bir set oluşursa ve bu set denizle akarsu
arasında zaman zaman profili değişse de daimi bir bariyer oluşturur. Bu sulak
alanda kökleri suya dayanıklı ağaç türleri ve su bitkileriyle bir ekosistem
oluştururlar. ACARLAR LONGOZUNUN DOĞAL BİTKİ ÖRTÜSÜ
Bu ekosistemin ağaç türleri genelde dişbudak ve kızılağaç,
bitkileri ise sazlıklar, nilüferler ve buna benzer su bitkileridir. Bu
ekosistemin hayvanları da özeldir. Perdeli ayaklı kaz ve ördekler, kurbağa,
yılan ve diğer sulak alan hayvanlarıdır.
KAZ VE ÖRDEKLER İÇİN SAKİN VE BOL BESİNLİ BİR YER. İNSAN AĞABEYLERİ DE YİYECEK VERMEDE ELİ AÇIK
Elbette ki insan müdahalesi ile bu
ekosistemler kırılgan bir yapıdadır. Benim gördüğüm iki Longozdan biri İğne Ada
longozu diğeri de Acarlar longozudur. Bunların sayısının çok daha fazla olması
muhtemeldir.
BURADA SIK SIK BİR BALIĞIN YARATTIĞI SU HALKASINI GÖREBİLİRSİNİZ
Acarlar
longozunun hâkim ağaç türü Dişbudak ağacıdır literatüre de Acarlar Longozu
Dişbudak Ormanı diye geçer.
Karasu
ilçesinin gittikçe önem kazanan bir turizm merkezi olma yolunda ilerlediği
söylenebilir. Birkaç yıl önce buraya gittiğimde küçük bir alan ziyaretçilere
açıktı.
EKOSİSTEMİN BİR PARÇASI OLAN ÜREME ALANLARINDA YUMURTADAN KISA SÜRE ÖNCE ÇIKMIŞ ÖRDEK YAVRULARINI GÖREBİLİRSİNİZ
Derenin üzerinde halen mevcut olan iki ahşap lokanta-kafe, longozun derinliklerine gidebilmek için pedallı kayıklar vardı. Nilüferler arasında kendi pedalını kendin çevir tarzında romantik çiftlerden pek kimseye sıra gelmezdi.
MEHMET ERDEM VE FUAT ÇANDARLI FUTBOL KONUŞUYORLAR
Otopark var; giriş çıkış 10 tl. hemen yanı başında dürüm ayran 8 tl. Yani arabanızın burada biraz beklemesi, sizin
karnınızı doyurmanızdan daha pahalı.
Sevgili Fuat
Çandarlı ve ben makinelerimizi çalıştırırken Mehmet Erdem kardeşimiz de
telefonla manzaraya katkı sağlıyor.
Acarlar
longozu görülmeye değer. ilk yazımda söylediğim gibi, burnumuz kadar yakınımızda
yollar oldukçadan daha iyi. Çalışıyorsanız hafta sonu kalabalığı hoşunuza
gidebilir ama çalışmıyorsanız hafta sonu oldukça sakin ve dinlendirici.
Bahçenize dekor olabilecek bahçe süsleri de oldukça hesaplı.
Yazıyı
okudunuz fotoğraflar çarşambadan beri izliyorsunuz. Haydi bir niyet edin de o
tarafa yola çıkın benim tarif etmeme gerek yok GOGGLE amca sizi elinizle koymuş
gibi götürür.Sevgile sunuyorum.
24 Ağustos 2017 Perşembe
ÇARŞAMBA GEZGİNLERİ VE KARASU
Bir yere hangi niyetle giderseniz sadece niyetinize
odaklanırsınız. Karnınız açsa ve siz yemek yiyecek bir yer arıyorsanız gerisi
teferruattır. Bir mal almaya gittiyseniz bu defa lokanta dâhil her şey
teferruattır.
Karasu’ya defalarca gittim sadece iki defasında amacım
fotoğraf çekmekti ve tüm detayları ile (zamanın elverdiği ölçüde) o iki defada
çok şey gördüm ve fotoğrafladım. Şimdi o maksatla iki sevgili dostumu da bu
güzelliklere ortak etmek için düştük yollara. Sevgili ÇARŞAMBA GEZGİNLERİ
üçlüsü, yani ben, Fuat Çandarlı ve Mehmet Erdem
ÜÇ ÇARŞAMBA GEZGİNİ FUAT ÇANDARLI VURAL ATILGAN VE MEHMET ERDEM. KARASU YOLUNDA
SAKARYA AĞZINDA SEFERE ÇIKMAYI BEKLEYEN TEKNELER.
İlk durağımız Sakarya Ağzı. Burası Sakarya’nın Karadeniz’le
buluştuğu yer. Bir gün önceki şiddetli yağışlar nedeniyle nehir hem coşkun hem
de toprak renginde. Erozyonun açık göstergesi.
Sıcaklık 30 derece civarında dalgalara bakacak olursanız
kıyamet koparan bir rüzgâr beklersiniz oysa yaprak bile kıpırdamıyor.
DENİZLE IRMAĞIN MİTOLOJİK ÇARPIŞMASI
Ulusal kahraman İstiklal savaşının denizci reisi İpsiz Recep
Caddesi tam bir turizm atağına sahne olmuş. Mütevazı çay bahçeleri ve balık
lokantaları haftasonu konuklarını bekliyor. Çay bahçeleri yine de mahallenin
sakinleri ile, emeklilerle ve denizcilerle dolu. Sohbetin koyulaştığı yerler.
Gölgeli ve serin yol boyu ağlarını tamir edenlere ve motorlarına bakım
yapanlara rastlıyoruz.
AĞLARINI ONARAN BİR REİS
İPSİZ RECEP CADDESİNDE ÇINAR GÖLGESİ VE ÇINAR DALININ YÜKSEKLİĞİNİ ÖLÇEN FUAT ÇANDARLI KARDEŞİM
Med ve cezrin Med zamanına rastlıyoruz. Öğle saatleri
güneşin çekimiyle sular kabarmış ve denizle nehrin amansız mücadelesi görülmeye
değer. Hiç bu Sakarya savaşını kaçırır mıyız?
Denizle nehrin savaşında keskin bir cephe hattı var.
FOTOĞRAFIN ÜST KISMINDA TATLI SU VE TUZLU SU KESİM HATTI VE OLTACILAR
Burada
nehrin bulanık suları ile denizin masmavisi bıçakla kesilmiş gibi ayrı. Kimin
ilerleyeceğine tabiat yasaları karar verecek. Burada şaşkın olan sadece
balıklar. Tuzlu sudan birden tatlı suya giren deniz balıkları ile bunun tam
tersini yapan tatlı su balıkları avcılar için bulunmaz bir fırsat.
KARNI DOYMUŞ KARABATAKLAR ŞİMDİ SIRA KANATLARI KURUTMAK.
Tıka basa
doymuş karabataklarla sürekli olta sallayan insanlar bu fırsatçılar. Tabii bir
de biz varız; onları görüntüleyen fotosafariciler.
Neyse ki bizim işimiz hem kolay hem de yorucu değil. Bizim işimiz bittiğinde
onlar fırsat kollamaya devam edecekler.
Sevgili dostlarım burnumuz kadar bize yakın bu yerleri ne
yazık ki bilmiyor ve bilsek de ihmal ediyor gitmiyoruz. Mükemmel yolları ve
belediyelerin ekonomiyi canlandırmak için gayretleri ile tertemiz kasabalar
yaratma çabaları bizler tarafından sürekli sekteye uğruyor. Her yerde çöp dağları,
FOTOĞRAFIN SAĞ ÜST YANINA BAKIN ONLARIN HEPSİ MAALESEF ÇÖP.
UTANÇ VERİCİ
trafiğe uymayan sürücülerin terörü yine de yıldırmasın gidin ve görün. Zihniniz
dinlensin. Yenilenin. Bu gezinin ilk etabına bu kadar yer vereceğim sıkılmanızı
istemiyorum. İkinci etap Acarlar Longozu olacak.
31 Temmuz 2017 Pazartesi
DATÇA PALAMUTBÜKÜ - KENDİ KUYRUĞUNU YUTAN YILAN
Üç yıldır Datça ve çevresinde yaz tatili yapıyoruz. 800 km. gidişe değiyor. Palamutbükü’nde tüm
tatilimizi ilk defa geçiriyoruz. Daha önceki gidişlerimizde de ya birkaç saat
ya da günü birlik gitmiş ve hayran kalmıştık. Bu defa birkaç ay önceden Apart
KIYI dan rezervasyon yaptırmış ön ödememizi göndermiştik.
KIYI apart cennetten bir köşe. Sahibi Gülsefa Hanım emekli
öğretmen. Son derece kibar ve işini bilerek ve severek yapan bir insan, eşi de
öyle, çalışanları Gül Ayşe, Hüseyin Parlak ve diğerleri kendinizden biri gibi.
Evlerin mutfağı var ama isterseniz KIYI restoranında da yiyebilirsiniz. Buraya
kadar her şey mükemmel.
İ
KIYI APARTIN BAHÇESİNDE MUZ AĞACI VE JAPON GÜLLER.
İçme suyu için markete gidiyorsunuz ilk kazık burada fiyat beş
katı. Dondurma bir külah 15 lira burada sadece ekmek ve gazete normal
fiyatında. Bu paraları ödemek önemli değil insanın AHMAK yerine konması önemli.
Eğer buraya Datça’daki süpermarketlerden tüm ihtiyacınızı almadan gelirseniz
kendinizi AHMAK yerine koyar ve bir daha adım atmamaya
yemin edersiniz. Fiyata itiraz edenleri gördük. Aldıkları cevap "İşine gelirse. Burada fiyat bu.."
Buradaki insanlar turisti kazıklayacağım derken çok değil
birkaç yıl içinde o güzelim sahillerde kendi başlarına tavla oynuyor olacaklar.
Palamutbükü’nde tatil yapacaklar gazete ve ekmeğin dışında
diş macununu bile (Fiyatı 4 katı) yanlarında getirmeli veya Datça’dan bu tarafa
geçmemelidir. İçinizden geçiyorsa sadece içinden geçmeyi düşünün.
PALAMUTBÜKÜ GENEL GÖRÜNÜM VE LİMANI
Palamutbükü esnafı kendi kuyruğunu yutmuş ne demeli. TURİSTİN ELVEDA PALAMUTBÜKÜ
Diyeceği bir yer. Bunu bilmeden gidersiniz aşağıdaki kaktüsü dikenleri ile yemiş gibi hissedeceksiniz. Düşünüyorum da Datçada BİM ve Migrostan toplu alışveriş yapmasaydık yazdiklarım benim için de geçerli olacaktı. Hoşça kalın ve tatilinizi dikkatli seçin.
18 Haziran 2017 Pazar
FUKUŞİMA TSUNAMİSİ GERÇEĞİ GÖKTAŞI MI?
2011 yılının en büyük felaketi Fukuşima tsunamisi oldu. Bildirilen sebep 8.9 büyüklüğündeki Okyanustaki depremdi.
Bazı kaynaklar artık böyle bir depremin sebep olmadığını iddia etmekteler. Aslında uzaydan gelen 41 metre çapında bir göktaşının sebep olduğunun bilindiğini; ancak dünyayı paniğe düşürmemek için alışılmış bir felaketin yani DEPREM in sebep olduğunu açıklamanın daha doğru olacağını düşündüklerini iddia etmektedirler.
Göktaşının önceden tespit edilememiş olması bilim ve siyasete olan güvenin kaybolacağının düşünüldüğü için hiç sözedilmediğini düşünüyorlarmış.
Bu felaketin depremlerle ilişkilendirilmesi için gerekli ön ve artçı depremlerin olmadığı iddia ediliyor. Ayrıca nükleer santrallerin devreden çıkıp yangınla tahrip olmasının esas nedenleri tartışmayı gölgede bıraktığını söylüyorlar.
Son olarak da dünya dışı cisimlerin araştırılmasına 2011 yılından sonra büyük kaynakların ayrılması da buna delil olarak gösterilimekteymiş.
Göktaşının okyanusa düşmüş olması yine de Dünya için bir şans imiş. Karaya düşmüş olsaymış çok daha büyük bir felakete, bazı ülkelerin haritadan silinebileceğine dair kanıtlar varmış. İşin kötü tarafı dünya yörüngesinin yeni bir göktaşı kuşağı ile yakınlaşıyor olması imiş. APOFİZ adlı göktaşı her turunu attığında Dünyaya daha da yaklaşmakta ve bilim insanlarını ondan kurtulmaya var güçleri ile fikir ve teknoloji üretmeye çalışıyorlarmış.
15 Haziran 2017 Perşembe
ÇARŞAMBA GEZGİNLERİ SÜLEYMANİYEDE.
Fuat Çandarlı ile ÇARŞAMBA GEZGİNLERİ'ni kurduğumuzdan beri pek çok gezi düzenledik. Bunları, adına uygun şekilde Çarşamba günleri yapıyoruz. Bu gruba katılarak seyahat etmek isteyen dostlarımız hep var, ama onların nedense Çarşamba günleri hep işleri oluyor ve hep Fuat kardeşimle ikimiz yalnız gitmek zorunda kalıyoruz. (Kim bilir belki de daha iyi oluyordur) Onlara da Facebook sayfasını beğenmek veya sitem etmek kalıyor. Biz bunlara kanmayacak kadar deneyimliyiz.
Bu haftayı çok önceden SÜLEYMANİYE ve çevresine ayırmıştık ve gittik.
Süleymaniye Cami ve külliyesi ülkemizdeki en ünlü camilerden biri ama EN güzeli, EN büyüğü, EN...EN EN i değil ama Osmanlı Cami mimarisinin birçok bakımdan en doruk noktasıdır. Bu cami Osmanlı Cami mimarisinin esaslarının belirlendiği, simgesel anlamlar, Mimari kalıplar, ve daha birçok bakımdan örnek teşkil ettiği camidir. Sinan bile bunun en büyük eseri olduğunu değil de KALFALIK eseri olduğunu söylemiştir. Sinan, Ayasofya'yı adeta yenibaştan yaratan mimardır. Ayasofya'nın onarımlarını yaparken bu eserden çok şey öğrenmiş ve kullanabileceği çok bilgiyi burayı onarır ve güçlendirirken edinmiştir. Bunda şaşılacak da bir şey yoktur.
Sinan eserlerini imkânı olduğu halde kubbe açıklığı ve yüksekliği bakımından Ayasofya'yı geçecek şekilde inşa etmemiştir. Bunu da "Ayasofyaya saygısından" dolayı yapmadığını açıklamaktan geri kalmamıştır. İyi ki de öyle yapmıştır aksi halde günümüze kadar gelen bir yarışma mantığı ile cami inşaatına yol açmış olacaktı.
Güzel bir hava bizi Süleymaniye gezisinde destekledi. ve güzel fotoğraflar çekebildik. yine de bazı fotoğrafları çekmekten kaçındığımı söylemeden edemeyeceğim. Urfada cami avlularından geçerken camilerin içinde ve revakların altında uyuyan, vakit gelince ezanla kalkan ve namazını kılıp yeniden uyuyan insanları çok görmüştüm. Havalar çok sıcak ve insanlar parasız ve işsiz olduğu için bunu normal karşılardık. Süleymaniye gibi bir mabette bu manzara ile karşılaşınca çok üzüldüm ama fotoğraflarını da çekmedim.
Üstelik de çok sıkı bir güvenlik ağı vardı. Bu iri yarı ve üniformalı güvenlikler ne mi yapıyordu. Kadınların kıyafetlerini denetliyor ve caminin ana kubbesinin olduğu yere girmelerini engelliyor bir de turistleri namaz saatlerinde içeriye sokmuyorlardı.
Kadınlar, gördüğünüz ahşap parmaklıktan içeri sokulmuyor, onların bu yapıyı doya doya gezmesine olanak tanınmıyorlardı. En solda gördüğünüz kadın tabelayı okudu mu bilmiyorum ama tıkıldıkları kendilerine ayrılmış küçük bir yerde diğerleri ile birlikte namaz kılıp gitmek zorundaydı.
SÜLEYMANİYE caminin adı olmakla birlikte bir semtin de adıdır. Birçok işyerini -ki bunlar el sanatlarının hayatını sürdürdüğü küçük imalathanelerdir- barındırır.
Süleymaniye semti Osmanlı sivil konut mimarisinin güzel örnekleriyle doludur. ve bunların neredeyse tamamı ahşap mimarisidir. Çoğu artık ayakta durmakta zorlanmaktadır. Fakir sayılabilecek bu insanların Tarihi eser niteliğindeki bu binaları restore ettirmeye güçlerinin olduğunu sanmıyorum.
Süleymaniye vakfına ait İşyerleri
Ayakta kalmaya çalışan birçok defa müdahale edilmiş evler.
Zaman belki de en iyi direnen bir sıra konak.
Direncini yitirmeye az kalmış Süleymaniye evlerinden.
Sevgili takipçilerim, elbette ki fotoğraflar bukadar değil. daha pek çok. Bunlar örnekler sadece Nedense Osmanlı geleneğinde camilerin çevresinde yarleşenler mütevazılığın da ötesinde küçük ve göze batmayacak bir konut mimarisini tercih etmişlerdir. Edirnedeki Selimiye camiinin çevresi de Sultanahmet'in çevresi de böyledir.
Neyse ki üniversite öğrenciliğimden bu yana değişmeyen şey Süleymaniyede hala kuru fasulye ve pilavın lezzetini koruyor olmasıydı.
Başka bir yazıda görüşmek dileği ile.
28 Mayıs 2017 Pazar
DİNOZORLAR YOK OLDU, SIRA BİZDE Mİ ?
Düşünüyorum,
hayat nedir neden var ve bunun anlamı ne. Eğer düşünmeyecek olsam, bunların hiç
birinin önemi kalmaz ve hayatın ne varlığı, ne nasıl ortaya çıktığı ve ne de ne
zaman ortadan kalkacağı gibi soruların hiç ama hiçbir anlamı kalmaz.
Hayatın Evren'de pek çok yerde olduğuna inananlardanım. Bizim Dünya'mızdakine az çok
benzeyen yaşam formlarının Evren'in pek çok yerinde var olma olasılığı çok
yüksek.
Son zamanlarda
yapılan araştırmalar bizim sandığımız gibi yaşamın 5-45 derece sıcaklık
aralığından -20 ile 90 derece arasında da var olduğunu hem de hatırı sayılır
bir çeşitlilikte kaynaştığını ortaya koymuştur.
Tabii yaşam
deyince hemen akla insan veya memeliler kuşlar gelmemeli. Tek hücreli canlılar
belki de memelilerden ve insanlardan çok daha hünerli yaşam uzmanlarıdır.
Bir tek
kenenin insan kanına aktaracağı tek bir virüsün bile birkaç günde o övündüğümüz
yüksek organizmamızı nasıl yok ettiğini, bir grip virüsünün insanlığı nasıl
tehdit ettiğini akıldan çıkarmamamız gerekir.
Aya ilk
kamerayı kuran Apollo 11 aracının astronotları bilmeden bir önemli olayın
ortaya çıkmasına aracılık ettiler. Kamerayı hazırlayanlardan biri hapşırmış ve
küçük bir tükürük damlacığı kameranın lensine bulaşmıştı. Bunun hiç kimse
farkına varmadı. Kamera Aya kuruldu ve oradan tekrar dünyaya getirilişine kadar
uzunca bir süre kaldı. Kamera dünyaya geri getirildiğinde inceden inceye tetkik
edildi. Tükürük damlacığı bulundu. DNA analizi yapılarak kimin hapşırdığı
tespit edildi ve yıllar boyunca tükürükte bulunan bakterilerin Ay şartlarında
canlılıklarını sürdürdüğü ve dünyaya dönünce de çoğalmaya hemen başladıklarını
ortaya koydu. (Ay gecesinde sıcaklık -150 C gündüzünde ise 107derece olduğu ve bu tükrük damlacığının orada yıllarca kaldığı düşünülürse bu müthiş bir dirençtir.)
Birçok kimse
dünya dışı bir yaşamdan söz ederken uygarlık kurmuş, üstün teknolojiye kavuşmuş
ve ışık hızına ulaşmış veya onu aşmış yaşam formlarından dem vurmaktadır. Hatta
bunlar inanılmaz savaş ve yok etme gücüne sahip de olmalıdırlar. İyi de bir
virüs bunu yapabiliyorsa illa da onun uzay araçlarının olması gerekmez. Üstelik
uzayda bunca meteor, meteorit ve kuyruklu yıldız gibi uzay araçları varken
ayrıca uzay gemisi yapmanın âlemi ne.
Eğer bir canlı
türü milyonlarca yıl varlığını sürdürebiliyorsa, eğer bir canlı anormal
koşullarda yaşamını askıya alıp uygun şartları yüzbinlerce yıl bekleyebiliyorsa
mesele hallolmuş demektir.
Bizim acelemiz
var yaşamı askıya alamıyoruz. Bir yerden bir yere gitmek için zamanımız az. Bunun
için de hıza ve daha çok hıza gereksinim duyuyoruz. Bir şeyin sonucunu görmek
için en fazla 50 yılımız var bunun öncesinde de 30 yıl gelişmeye eğitilmeye
ihtiyacımız var.
Bizim algıladığımız
yaşam tarzının içindeki dördüncü boyut yani zaman diğer boyutlardan daha fazla
önem kazanıyor.
Eğer diğer
canlılar gibi dördüncü boyutun yaşamımızla ilintili bölümünü bakteriler veya
virüsler gibi askıya alabilseydik mesele kalmazdı. Saatte 28.000 km hızla birkaç
bin yılda biryerlere varır inceler ve dönerdik.
İnsan, evrenin
saatli bombasından başka bir şey değil bence. Eğer başka dünyalarda ve başka
gezegenlerde insan varsa tüm evren büyük tehlikede demektir. Bizim cürümümüz
henüz sadece dünyayı yok etmeye yeter. Sanırım evrensel bir tehlike olamadan da
tarih sahnesinden en azından uygarlığımız ölçeğinde silineceğiz.
Bir yaşam
alnının çeşitli katmanlarında var olan hayatın sonsuza kadar var olabilmek için
belirli dengelere sahip olabilmesi gerekir. Gıdayı üretenler ve tüketenlerin
olması gerekiyor bir de çevreyi temizleyenler. Bunlar olmadığı takdirde yaşam
alanının bir çan eğrisi gibi gelişmesi ve sona ermesi gerekir.
Doğa boşluk
kabul etmez görüşü bundan kaynaklanmıştır. Bir istisna ile. İnsan.
Boşlukları
yaratan sadece insandır. Tavşan sayısı
artınca tilki sayısı artmakta tavşan sayısı azalınca tilkiler kendi nüfuslarını
kontrol ederek sayılarını düşürmektedir.
Doğa daima
kendisini dengeye getirir. Bir terazi düşünün. İki tarafında da birer kilo
olsun bu terazi dengededir. Her iki tarafa istediğiniz kadar eşit yük koyun
veya kaldırın terazi hep dengededir.
İstediğinizi
koyun ama karşısına da başka bir şey koyun terazi yine dengededir. Doğa
görünmeyen bir el olarak bu teraziyi dengede tutar. Siz bir şey koyarsanız o da
başka bir şey koyup dengeyi sağlar. Siz bir şey alırsanız o da başka bir şey
alır ve dengeyi sağlar. Siz terazinin kefesindeki her şeyi alabilirseniz o da
diğer kefedeki her şeyi alır ve yine denge sağlanır.
Mars’ta hayat
olduğuna dair neredeyse yüz yıl süren bir düş gördük. Belki de Mars’ta bir
zamanlar hayat vardı, bunu bilemiyoruz ama terazinin bir kefesinde hayat için
gereli hiçbir şey olamadığına göre öteki kefede de bir şey olmaması gerekir.
Mars’ta işte
böyle bir denge var. Terazinin kefeleri bomboş ama göstergeler dengeyi
gösteriyor.
İnsan merkezli
Evrensel hayat tarzı tümden sakat. Her şey insan için düşüncesi her an
dengedeki doğadan bir şey alıyor. Doğa hemen dengeyi kurmak için karşılığında
bir şey alıyor ve kefeler hızla boşalıyor. Biz doğa hep dengede olarak
algılıyoruz. Doğru, denge hep var ama kefelerde neler var, neler kalmadı.
Şu anda en
büyük üç tehlike var. Havanın başka türlü dengelendiği, suların
kullanılabilirliğinin ve devamlılığının teraziden düşmek üzere olduğu ve
denizlerin hayat kaynağı olmaktan çıktığıdır.
Bunlar ana
başlıklar bunların her birinin ayrıntıları var.
Hayatın
başlangıcında hiç oksijen yoktu. Atmosfer sadece karbondioksit ve azottan
ibaretti. Yeşil su yosunlarının ortaya çıkması ile yeryüzü oksijenle tanışmaya
başladı. Bu yeşil canlılar bol karbondioksitten o denli hoşnuttular ki
inanılmaz hızlarda ve boyutlarda büyüyor ve çeşitleniyorlardı. Denizlerden
karalara ulaştılar ve aynı hızla büyüdüler. O dönemin eğrelti otları bu günün
yüz yıllık çınar ağaçları kadardı. Onlar karbondioksit dengesini bozunca doğa
bu kez hemen oksijen tüketen canlıları terazinin diğer tarafına koydu. Bunlar
besinlerini bitkiler gibi karbondioksit ve suyu birleştirerek elde
edemiyorlardı. Onlar bitkilerin ürettiklerini yemeye başladılar. Bitkiler
arttıkça havadaki oksijen arttı havadaki oksijen arttıkça ot yiyen canlılar
arttı ve çeşitlendi. Bir tarafa sürekli yeni bir şey eklenirken doğa da diğer
kefeye bir şeyler koyuyordu. Ot yiyenleri et yiyenler takip etti. Sonunda
milyarlarca yıl sonra insan sahneye çıktı. Kim bilir doğa insanı sahneye
çıkarmakla ne yapmak istedi. Ya onu artık teraziye bir şeyler eklemekten bıkıp
oyundan çıkmak için sahneye çıkardı, ya da bir hata yaptı. Doğa sık olmasa da
hatalar yapar.
Örneğin
dinozorların ortaya çıkışı da bir hata gibi görünüyor. İlk dinozorun ortaya
çıkışı ile son dinozorun yok oluşu arasında 165 milyon yıl tüm dengelerin alt
üst olduğu bir dönemdir ve dinozorların terazinin kefesinden atılması ile yeni
bir denge kurulmuştur. Bundan 60 milyon yıl sonra insanı terazinin kefesine
koyan doğa umarım ne yaptığını biliyordu.
Doğa neyi
planladıysa bunu nasıl olsa insandan başka diğer canlıların idrak ettiğini pek
düşünmek istemiyoruz. Ama bunun kendimize neye mal olacağını pekâlâ biliyoruz.
İşte insanın garabeti burada ortaya çıkıyor. Herkes, “nasıl olsa ben bir yolunu
bulurum ve etkilenmem” diye düşünebiliyor. Gel de doğanın hata yaptığına
inanma.
Modern zamanların
dinozorları bizleriz. Onlar yok oldu. Sıra bize de gelecektir. Bunu
çabuklaştırmak da geciktirmek de bizim elimizde.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)