Hibrit tohum ve gerçekler.
Önceki
yazılarımda tohum ve hibritleme konularını işlemiştim. Başlığa baktığınızda "bunun neresi dehşet" diye düşündüğünüzü görür gibiyim. Bazı dehşetlerin belki de
hiçbir zaman farkında olamayabiliriz. Yaşadıklarımızın neden ve nasılını
bilmeyince de cevabımız hazır olabilir “Takdir-i ilahi”. Hayır başımıza gelen
hiçbir kötülük yüce Allahın takdiri değildir. Kendi bilgisizliğimiz veya
vurdumduymazlığımızdır. İşin felsefi tarafını bir yana bırakıp 2. Yazımızın bittiği
yerden devam edelim.
ABD
de 1960 lı yıllarda HİBRİT tohumla harikalar yaratılıyor ve Mohave çölünde bile
1 metre uzunluğunda salatalık yetiştirildiği ballandırılarak anlatılıyordu. Hemen
her üründe üretim patlaması vardı ve ABD tüketimi bu üretimi eritemedi. Yüzbinlerce
çifçi iflasın eşiğindeydi. Tabii o oranda da hibrit tohum üreticisi.
Hükümet
duruma el koydu. Önce iflas eşiğindeki çifçilerin ürünlerini satın aldı. Depolayabildiklerini
silolara yüklediler, depolayamadıklarını üretildikleri tarlalara gömdürdüler. Ardından
da yeni düzenlemelerle bazı sınırlamalar getirdiler. Şimdi sıra ürün fazlasını
ve hibrit tohumları değerlendirmeye gelmişti.
Birleşmiş
milletlere “Avrupa Kalkınma Planı” adı altında bir plan sundular. Bu planda
Dünyada 1 milyar aç insan olduğunu ve bir “Yaşil Devrim” gerektiğine ikna
ettiler. ABD silolarındaki ürün fazlasını (tahıl) hibe ederek “Koruyucu baba”
rolünü oynadılar. Ardından da bu ülkelerin kendi kendilerine yeter duruma
getirilmelerini ve bunun için de “yüksek verimli Hibrit tohum” kullanılmasını
önerdiler.
Nüfuslarını
beslemede zorlanan Pakistan ve Hindistan ilk kurbanlar olarak seçildiler. Önce bedava
hibrit tohumlar verildi. “Takdir-i ilahi” ye bakın ki bu ülkeler ilk yıllarda
çok mutlu oldular. Ancak 1980 li yıllara gelindiğinde bu iki ülke ve bu kervana
katılan Türkiye dahil pek çok ülke bu beladan nasıl kurtulacağız diye düşünmeye
başladı.
Hibrit
tohumla yapılan tarım, mevsimsel yağışlarla yetinen yerli türlere göre çok daha
fazla suya ihtiyaç duyuyordu. Bunun için barajlar gerekiyordu yaptılar, bu
ürünler doğaya karşı korumasızdılar, tarımsal ilaçlara gereksinim duyuyorlardı.
İlaç satın alınıp kullanıldı. Toprağı inanılmaz derecede sömürüyordu. Suni
gübre kullanılmazsa yıllarca topraktan verim alınamıyordu. Suni gübre ithalatı
ve fabrikaları devreye girdi. İşin en önemli tarafı da tohuma olan bağımlılık
asla kırılamayacak bir mecraya girmişti. Her yıl yerli ürünlerin %20 kadarı
yalancı tozlaşma nedeniyle de yerli ırklar yozlaşıyordu.
Bunların sonucu olarak sadece Türkiye’de kişi başına düşen su rezervi 8500 M3 den 1461
m3 e gerilemiştir.
Göllerin
tamamı sularının büyük bölümünü kaybetmiş. Buna karşılık da topraklarımız aşırı
sulama nedeniyle çoraklaşmıştır. Akarsular dizginlenip devasa baraj göllerinin
oluşması verimli ovaların bu göl suları altında kalmasına hem de ekolojinin
değişmesine neden olmuştur.
Buna
bir de kullanılan gübre ve tarımsal ilaçların suları kirletmesini eklersek
durumun vahameti daha iyi anlaşılır.
İŞİN
EN KÖTÜSÜ BU BAĞIMLILIĞIN ASLA KIRILAMAYACAK NOKTAYA GELMEK ÜZERE OLUŞUDUR. BU
NOKTADAN SONRA KALELERİN KUŞATILMASI TAMAMLANMIŞ VE İŞİ AÇLIĞIN VE SUSUZLUĞUN
BİTİRMESİNİ BEKLEMEKTEN BAŞKA TEK MERMİ ATILMASINA GEREK KALMAMIŞTIR. İşte
Gazze. Yakında tüm az gelişmiş ülkeler birer Gazze olma yolunda. Bundan daha
büyük dehşet olabilir mi ve bu dehşet canlıların temel ihtiyacı olan TOHUM dan
gelmektedir.
Bir
de ilk yazımda yazdığım kanunların çıkarılması ile bu kuşatmaya içerden destek
verenlerin varlığı ve çabaları DEHŞETİN DEHŞETİDİR.
Bu tür yazıların ne yazık ki fazla okuyucusu olmuyor ama bir kişi bile okusa yine de yazmaya değer. İnsanlar bildiklerini gördüklerini yazmayacaksa o kadar eğitimin ne değeri kalır ki..
YanıtlaSil