Kısa
bir süre önce çok sesli müzikle tanıştım. İyi ki de tanışmışım. Aslına
bakarsanız dinleyici olarak tanışmam çok uzun yıllara dayanıyor. Gerçek tanışma
meğer o müziği söylemeye çalışmakla oluyormuş.
Yılardır
Türk müziği ile uğraşır çok da zevk alırım. Bir virtüöz hiçbir zaman
olamadıysam da pek çok profesyonelle birlikte çalıp söylemişliğim de var.
Arşivimde binlerce Türk müziği parçasının notası var ama ağırlıklı olarak
Kaset, CD ve uzunçalar arşivimde klasik
batı müziğinin kayıtları var.
Bu
ikili ruh halime rağmen hiçbir zaman aradaki farkın ne olduğunu düşünmeyi akıl
edememiştim. Bir gün kader bizi Agâh Eroğlu ve Aysun Yılmaz’la, marka olarak da
İSEV ile tanıştırmış olmasaydı belki de hiç düşünmeyecektim. Zaman zaman
fanatik arkadaşlarım müziğimizin ne kadar üstün özellikleri olduğunu tartışmaya
açarlar. Ben hiç bu tartışmalara girmeme erdemini gösterecek kadar da arafta
bir kişi olduğumdan fikir ileri sürmemiştim. Sadece bazen “İyi de batı müziğini
Türk müziği ile karşılaştıracak kadar incelediniz mi?” diye sorduğum olmuştur. Ama
insan fanatik olunca insanların yarattığı farklı kültürleri görmezden gelip
kendi bildiğini en güzel ve en zor olarak görmeye devam eder. Birçok savaş bile
bu tek yanlı fanatiklikten çıkmıyor mu?
İSEV
de çalışmalara başladığımızda yavaş yavaş bu işin işçiliğinin ne kadar zor
olduğunu gördüm. Hemen her şarkı dört farklı sese ayrı ayrı bestelenmiş ve her
grup aynı şarkıyı diğer gruplardan farklı ses dizisi ile söylüyor. Sen söylerken
diğer grupların etkisinde kalmadan kendi besteni söylüyor olacaksın. Diğerleri de
senin ve diğer grupların etkisinde kalmayacak. Ortak olan tek şey ritim. Vay
canına amma da zor şeymiş. Bir bakıyorum sopranolarla söylüyorum bir bakıyorum
baslar veya altolarla. Söyleyemediğim sadece kendi dizgilerim. Bir de nota
biliyorum sözüm ona.
Neyse
her şeyin ilkleri en zordur. En fazla zamanımızı alan ilk ve en basit
şarkılardı inanır mısınız? Sonunda nerdeyse iki ayda dört beş şarkılık bir mini
konser, sonra 7 ayda bir midi konser ve sonunda da gerçek bir konser. Ama siz
gelin de bana sorun.
Sonra
karar verdim. Artık iki müziği karşılaştıracak kıvama gelmiş sayabilirim
kendimi. Burada yazdıklarımı ne bir yerde okudum ne de başkasının yorumu olarak
aktarıyorum. Sadece ve sadece kendi yorumum. Tek sesli müzik resim ise, çok
sesli müzik heykel. Nasıl mı? Türk müziğinde tüm koro ve tüm sazlar aynı
notaları çalar ve söyler. Tüm güzelliğiyle iki boyutlu muhteşem bir tablo
gibi.
Çok sesli müziğin üç boyutu olan ve insanda
uzayda bir şeyleri izliyormuşsunuz hissi veren bir tarafı var. Kulağınız kâh
bir gruba kâh diğerine yöneliyor. Heykelin bazen önünü, bazen yanını, bazen da
arkasını görebilmek gibi. Ayrıca tabiatla daha uyumlu. Aynı anda kuş sesini de
duyabilirsiniz rüzgarın homurtusunu da. Bir Pazar yerinde aynı anda birçok
pazarcının avazesini duyarsınız da birde Ayşe teyzenin pazarcıyı azarlaması
karışır ya aynen öyle.
Türk
müziğini, daha ziyade sessizce kürsüdeki konuşmacıyı dinleyen ve hiçbir şeyi
kaçırmamak için tüm dikkatini onun ağzından çıkanlara vermiş, elit ve
yalıtılmış bir ortama benzetiyorum.
Resim
mi daha iyi, heykel mi diye sorulabilir mi? İkisi ayrı sanat dalı. Müzikler de
öyle. Her birinin farklı özelliği ve farklı mantığı var. Kim neyi isterse onu
sevmekte de serbest ama tartışması asla doğru değil.