30 Mayıs 2014 Cuma
25 Mayıs 2014 Pazar
RADYO GÜNLERİ VE GALİP SOKULLU
Radyo Günleri ve Galip Sokullu.
Radyo sözcüğünü ilk defa 1948 yılında
Van’ın Başkale ilçesinin şimdiki adı Albayrak olan köyünde duydum.5 yaşındaydım.
Evimize konuk olan bir subay anlatıyordu. (Babam astsubaydı) “Emin Bey
düğmesini çeviriyorsunuz karşınızda Ankara. Ajans, şarkılar, türküler….”
Hayal gücümü ne kadar yorsam da bir
radyo imajı yaratamıyordum ama kitap gibi bir şeye monte edilmiş bir palto
düğmesini yaratabilmiştim belleğimde. Ama içine bir insanın nasıl sığacağını
çocuk mantığımla bir türlü çözememiştim.
Radyoyla tanışmamız (tabii ailece)
tayinimiz Konya’nın Çumra ilçesine çıktığında gerçekleşti. Zengin evlerinin
çocukların erişemeyeceği kadar yüksek bir rafa konmuş radyoları hiç de benim
hayal ettiğim kitap gibi ve üstüne palto düğmesi dikilmiş hayalime
benzemiyordu. Göz alıcı devasa bir mobilyaydı.
Bir bazuka mermisi kadar büyük bir
yuvarlak pil ile 3-4 kilo çeken bir de devasa ikinci pille çalışıyordu bu
radyolar. İki defa pil değiştirmek neredeyse bir radyo parasıydı belki. Onun için
öyle her zaman açılmazdı. Ajans saatleri ile Perşembe günleri Radyo Tiyatrosu
saati kesin açılırdı; ama diğer programlardan şarkı ve türkünün dışında bir
şeye pil harcanmazdı. Biz de sanırım 1952 yılında radyo alabilecek duruma
gelmiştik. Bizim şansımıza teknoloji ilerlemiş ve pilli cereyanlı radyolar
çıkmıştı. Yine de bir sorun vardı. Elektrik santrali gündüz 12-13.30 ve gece de
17-24 arası elektrik verirdi. Bu saatlerin dışında yine pile ihtiyaç vardı.
Bu efsunlu günler TV evlere girene
kadar “Radyo günleri” hayatımızın en önemli
aygıtıyla renklendi, değişti ve hayatın önemli bir parçası olarak evrildi. En
güzel bilgileri, en güzel tiyatroları, en güzel bilgi yarışmalarını, Şerif
Arzık’dan radyo gazetesini, Feridun Fazıl Tülbentçi’den Kahramanlar geçiyoru,
Aka Gündüz’den Pazar sohbetlerini, Orhan Borandan İpana bilgi yarışmasını ve
bir gün Alpaslan Türkeş’ten silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğunu dinledik.
Ancak hiç doyamadığımız şarkı ve
türkü programlarıydı. Müzik zevkimiz radyo ile doğdu, gelişti ve belleğimize
aktı. Onunla, erişilemez insanlara seslerinden bedenler, yüzler ve profiller
çizdik. Sonra da “Radyo haftası” adlı dergiciklerle onların foroğraflarını ve
hayatlarının küçük kesitlerini görmeye ve dedikoduları okumaya başladık. Hepsi
ulaşılmaz yücelikte, saygın ve insanüstü kişiler olarak saygımızı sevgimizi
kazandılar. Ekrem Güyer’in ölümü neredeyse ulusal bir yası sessizce tutmamıza
neden olmuştu.
Şimdi bile saz heyetlerinin adlarını
sayabilirim. Kimler yoktu ki. Vecihe Daryallar, Yücel Aşanlar, Tarık Kipler,
Ercüment Batanaylar, Fulya Akaydın, Yorgo Bacanoslar, Musa Kumral, Zühtü
Bardakoğlu, Cengiz Dişçioğlu, İzzet Altınbaş, Erköse kardeşler Nuri Günler ve
daha niceleri.
Seslerden de ben sanat müziği hayranı
olarak yolumu çizdiğimde Yurdagül Eroğlu, Tülin Korman, Sevim Erdi (Deren)
Ekrem Kongar, Dündar Balkan, Salih Dizer, Kemal Öncan o dönemlerin önemli
sesleriydi. Mustafa Sağyaşar, Yaşar Özel ikilisine karşı kadın sanatçılardan
Nesrin Sipahi ve Güzide Kasacı yakın dönemlerde ortalığı kasıp kavurmaya
başlamışlardı. Nedense onlar gazinolarda da söyleyebiliyorlardı.
Dönem dönem yeni yıldızlar parlıyor
ve kalplerimizde pek çok taht kuruyor ve onları bu tahtlara oturtuyorduk. Tv
nin yavaşça radyoyu kenara itmeye başladığı sıralarda iki cepheden de ikişer
sarışın aniden gözlerimizi kamaştırmaya başladı. Kadın sanatçılarımızdan Serap
Mutlu ile Mediha Şen erkeklerden Özer
Uçar ve Galip Sokullu.
TV nin inanılmaz baskısı, buna bir de
özel TV lerin serbest kalmasının yarattığı kirlilik bu dev sanatçıların ne
yazık ki hak ettikleri ulus çapında üne kavuşmalarının önünü kesmiş oldu.
Bizler onlara doyamadan aktif radyoculuklarını tamamlayarak başka hayatlara
yelken açtılar. Teknolojiye prim vermeyenler TRT nin vefasızlığı da eklenince
unutulmaya yüz tuttular. Biri hariç. Galip Sokullu.
Galip Sokullu kendi evrimini
gerçekleştirerek her gün bir veya en fazla iki şarkısını Facebook aracılığı ile
sevenlerine gönderiyor. Bu en azından beni ve benim gibi şarkılarına ulaşan
sevenlerini çok mutlu ediyor. Birileri Youtub’a şarkı yüklüyor bu da önemli ama
bir sanatçının kendisinin denetiminde bu işi yapıyor olması çok daha doğru bence.
Dileğim kalplerimizde kurulu tahtlarda gittikçe silikleşen krallarımız ve
kraliçelerimiz bizimle irtibatı koparmasınlar. Artık ne eski plakları ne de
kasetleri çalacak, onlardaki kayıtları dinleyecek ekipmanlar kaldı. Bende
yüzlerce kaset var ama kasetçalarlarımı tamir edecek yedek parça bulunmuyor.
Haydi hayranı olduğumuz sevgili idollerimiz sizi dijital dünyaya bekliyoruz.
22 Mayıs 2014 Perşembe
YA ÖLMEYENLER ?
Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış her gün yeniden açarmış kanayan rengiyle... Ben kalanlar için de pembe hayaller kurmak istiyorum |
Maden kazası başta Erdoğan ve bakanları olduğu halde tüm Türk halkımızın acıma duygularını ayağa kaldırdı. Vaatler ve yardım kampanyaları öyle anlaşılıyor ki ölenlerin yakınlarını seslerini çıkarmayacak kadar memnun edecek. Bana kalırsa azdır bile. Daha çoğunu daha kalıcısını ve daha kurumsallaşmış olarak bu ölümlerin bedelini ödemeliyiz. Benim söylemek istediklerim bu maddi ve manevi yardımları küçümsemek asla değil. Ancak bazı başka şeyleri de düşünmeliyiz.
Bir defa bu yardımlar bu ölümlerin baş sorumlusu olan maden sahibinin yükünü hafifletme sebebi olarak görülmemelidir. "Eh halkımız ve devletimiz ev aldı para verdi çocuklarınız okutulacak. Maden sahibine de fazla yüklenmeyin artık" denecekse ben bu işte yokum.
Bir de madenden sağ çıkmayı başaran ama, şu anda işsiz durumda olan işçiler ne olacak? Ölenlerin ailelerine gönlü zengin, eli açık SGK bir defaya mahsusu 421 TL defin parası verdi üstelik cenazeleri de devlet kaldırdı. Yani ilk bağış bir defalık 421 lira, sağ kalan işçilere Kızılay birkaç gün yemek verdi ama sonrası belirsiz. Onlara da Gazilik maaşı mı bağlanacak?
Yarın maden kapanır şirket sahibi de iflasını ilan derse ne olacak? Bir tarafta eşini, babasını, evladını kaybedenlerin refahı, diğer tarafta hayatını kurtarıp sefalete, işsizliğe ve kapkara bir yoksulluğa mahkum insanlar mı olacak. Bunu merak ediyorum doğrusu.
Bu kaza bir tarafta 301 ateş düşmüş ailenin Türk milletinin sinesinde teselli bulmasını yaşarken bir tarafta kurtulduğuna sevinemeyen Azrail'in pençesinden kurtulmuş ama işsizliğin daha kahredici pençesine düşmenin acısını yaşayacak olan binlerce aileyi düşünmek istiyorum. Onlar ilerde aç kahramanlar mı olacak?
19 Mayıs 2014 Pazartesi
vuralınyeri: GELİNCİK VE GELİNLİK
vuralınyeri: GELİNCİK VE GELİNLİK: Bu çiçeğe neden gelincik dendiğini merak eder dururdum, Ya onun incecik bedeni üzerinde süzülüşündendir ya da genelde ...
14 Mayıs 2014 Çarşamba
GELİNCİK VE GELİNLİK
Bu çiçeğe neden gelincik dendiğini merak eder dururdum,
Ya onun incecik bedeni üzerinde süzülüşündendir ya da genelde boynu bükük olmasındandır diye hüküm verdiğim de olmuştur. Bunları sadece bir gelincik çiçeği ya da tarlası gördüğüm kısa anlarda düşünmüş olduğumu sanıyorum.
Bir gün Anadolu'nun bir kasabasından geçerken rastladığım bir gelin alayı birden jetonumun düşmesine neden oldu. Anadolu'da gelinler kırmızı giyiyor olmalıydılar.
Nisan ayında bir gelincik fotoğrafı çekince bunu araştırıp yazmaya karar verdim.
Gelinliğin eski Mısır'da Çin'de ve Hindistan'da giyilmeye başlamış olduğu bazı kaynaklarda geçiyor.
Türklerin bu geleneğe katıldığı ama renk konusunu gelenekleştirdikleri ve Kırmızıyı seçtikleri anlatılıyor.
Gelinlik yapamayacak kadar yoksul kesimlerde ise en azından mutlaka başa Kırmızı bir duvak takılma adetinin varlığı anlatılıyor. Batıya da gelinlik giyme adetinin Türklerden geçtiği iddiası yer almış. Bu günkü beyaz gelinlik modası ise Kraliçe Victoria'nın ilk defa beyaz bir gelinlik ve uzun bir duvak yaptırması ile Avrupa'da yön değiştirmiş. Artık gelinlik rengi beyazda sabitlenmiş
II Abdülhamit'in kızı Naime Sultan Kemalettin paşa ile evleneceği zaman Avrupa'da gördüğü beyaz gelinliği ısmarlayarak ilk defa Osmanlıda beyaz gelinlik modasını başlatmış oluyor.
Modacılar beyaz gelinliğe bir takım anlamlar yükleyerek bir sektörün sağlam temellerini oluşturma gayreti ile beyazı saflık, temizlik (el değmemişlik= bakirelik) olarak tanıtmışlardır. Türk gelenekleri Anadolu'da yavaş yavaş terk edilip beyaza geçilmiş olsa da kırsalda hala kırmızı gelinlik kullanılıyor. Kentsel yaşamda ise sadece gelinin beline dolanan bir kırmızı kurdele ile bu gelenek son direncini gösteriyor.
Gelincik çiçeğinin neden bu adı taşıdığı da böylece çözülmüş oluyor benim zihnimde.
6 Mayıs 2014 Salı
JÜPİTERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Jüpiter ve 1610 yılında ilk kez görülen uyduları hala dönüyor ama daha 59 uydusu daha var.
Güneş
sistemimizin en büyük gezegeni Jüpiter, Güneşe uzaklık bakımında 5. Sıradadır. Büyük
ölçüde hidrojenden oluşmuş bir gaz gezegendir. Çapı yaklaşık 140.000 km (11,3
Dünya çapı) Kütlesi ise bir gaz gezegen olduğu için Dünyanın sadece 318
katıdır. Jüpiterin bir günü yaklaşık 10 saattir. Bir Jüpiter yılı 12 dünya
yılına eşittir. Galileo kendi yaptığı
teleskopla 4 uydusunu izlemiş ve bunların turlarını hesaplamıştır. Bu dört
uyduya “Io, Ganimede, Europa, Callisto” adlarını vermiştir. Galileo bu keşfi
1610 yılında yaptı. 1970 yılına kadar 9 uydu daha modern teleskoplarla keşfedildi.
Voyager uzay sondasıyla uydularının sayısının 63 olduğu ve çok silik bir
halkasının varlığı keşfedildi. Benim çektiğim Jüpiter ve uydularının
fotoğrafları 1610 yılındakinden daha ileri değil. Sadece o zaman fotoğraf icat
edilmediği için benim üzerine koyabildiğim sadece fotoğrafını çekebilmek. Yoksa
daha 59 tane benim göremediğim uydu var.
Bir şey daha
var Galileo benden daha şanslıydı. Bu günlerde belki de bu yıllarda Jüpiter
dünyadan en uzak zamanlarını yaşıyor. Daha yakın olduğu zamanlar benim
teleskopumla bile görülecek kırmızı fırtına gözünü o görmüştü ve o fırtına 400
yıldır gözleniyor ve duracak gibi de görünmüyor. İnsanlık bir gün dünyayı yok
edeceğini o kadar iyi biliyordu ki. Bu ev yıkılınca nereye yerleşeyim diye
diğer gezegenlere gözünü dikmişti. Önce Venüs fos çıktı. Ardından Jüpiter ve
Mars, başka güneş sistemlerine zayıf ümitlerimizi bağlamıştık ama oraya gitmek
daha da büyük sorun. Şimdi dünyayı yani evimizi restore etmenin çarelerini
düşünür olduk. Rezidansları dolaşıp
gücünün asla yetmeyeceğini anlayan kadın gibi “Evim gibisi yok sadece bir
badana bir de koltukların yüzünü değiştirirsem bana yeter” diyerek elindekiyle
yetinmek zorunda kalan dünyalılarız biz.
4 Mayıs 2014 Pazar
Fotoğrafı yalan için kullanmak
Birkaç yıldır fotoğraf sitesi PANORAMİO da sayfam var. Onbinlerce üyesi milyonlarca izleyicisi olan bir site. Burada onaylanan fotoğraflar Google Earth üzerinde de işaretlenip yayınlanıyor. Google Earth üzerinde merak ettiğiniz herhangi bir yere geldiğinizde bir yığın orayla ilgili fotoğraf da görülebiliyor. Buraya kadar güzel. şimdi hikayeye geçiyorum.
Ben, 1945-1949 arasında Van, Başkale şimdiki adıyla Albayrak bucağında çocukluğumun en tatlı dört yılını geçirdim. Orayı hiç bir zaman unutmadım. Taş taş ağaç ağaç hafızamdadır bu 30 hanelik köy. Burada bir de askeri birlik vardır. onun arazisi içinde de bir kilise vardır. Bir türlü kısmet olup da gidemediğim için sık sık Google Earth dan burayı bulur görüntüyü büyütür ve köyü dolaşırım.
Bundan bir ay kadar önce bir baktım fotoğraflar yüklenmiş. heyecanla tıklayıp açtım. ve şok geçirdim.
Yıkık bir takım kilise resimleri koyarak 1960 dan sonra Türk Ordusu tarafından havaya uçurulduğu ve tipik bir Türk Vandalizmi olduğunu yazıyordu. üstelik 1960 dan önceki hali diye de bir fotoğraf konmuştu. Albayrak'taki kilise ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu fotoğrafların. Hemen Google Earth a yazarak bunun bir yalan olduğunu bildirdim.
1949 yılında kilise kısmen yıkıktı. kubbesi kısmen çöküktü ve askeri birlik burayı korumaktaydı. Kapısında daima bir nöbetçi olduğunu biliyorum. (Babam Albayrakta assubaydı) askeriyenin orayı onarmaya ne yetkisi ne de parası vardı. ve her kış metrelerce kar yağar ve 8 ay kar kalkmazdı. yani bu tür yapılar aslında tabiatın vandalizmine teslim olmuştu.
Yine de o kilisenin dört duvarının da hala ayakta olduğunu asla havaya uçurulmadığını biliyorum.
Fotoğrafı göndereni Google Earth uyarmış olmalı ki adam bana cevap vermek zorunda kalmış. Bana
"Haklısınız o resim başka kiliseye ait ama bunlara ne diyeceksiniz" diyerek adeta bilinen propaganda destanını yazmış.
Karşılık olarak ben de "Polemik yaratmak istemediğimi tarihçi olmadığımı ama gönderdiği fotoğrafın bir yalanı desteklemek için başka bir yerin fotoğrafını kullanmış olduğunu kanıtladığımı bunun da bana yeteceğini" yazdım.
Meşhur ANİ harabeleri vardır. Kars sınırları içinde Arpaçay nehrinin kenarındadır ve gerçekten de çok güzel Ermeni Kilise mimarisinin örneklerine sahiptir. Türk Devleti onları korumak ve onarmak için büyük gayret sarfetmektedir ancak önemli bir sorun vardır. Arpaçay nehrinin tam Ani'nin karşısında Ermenistan, taş ocağı açmıştır. ve sürekli dinamit atılmaktadır. Defalarca Dışişleri dinamitin yarattığı sismik dalgaların ANİ kiliselerine zarar verdiğini ve dinamitten vaz geçmelerini istediği halde onlar bunu daha sık yapmayı seçmişlerdir. amaç bellidir. Yık sonra da Türk Vandalizmi diye propaganda yap.
Bir fotoğraf sanatçısı geçinen kişinin sahte fotoğraflarla Türkleri Vandal olarak ilan etmeye çalışması onların her şeyi yapabileceğinin belgesidir.
Kendisine sorduğum bir soru da vardı. "Osmanlının Avrupada bıraktığı binlerce Cami, Köprü, Hamam ve diğer mimari eserlerin yok edilmiş olması VANDALİZM değil mi. bunun cevabı tabii ki yok.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)