Celil Yağız tanımaktan, hem de iyi tanımaktan onur duyduğum, iyi bir tiyatro sevdalısı ve bilge
bir insandır. Onu 1972 yılında tanıdım. O zaman iki ortak yönümüz olduğunu fark
ettik. Birincisi eğitimini aldığımız ormancılık mesleği diğeri de fotoğrafçılıktı.
Tanışmamıza neden olan da fotoğrafçılıktı.
O
mesleğini bırakmış Düzce’deki stüdyolarında (Foto Sunar) profesyonel olarak
fotoğrafçılık yapan bir öncüydü. Benim önerime kayıtsız kalmayan Ereğli İşletme
müdürü rahmetli Tarık Artvin işletmenin faaliyetlerini ve önemli yerlerini
fotoğraflama görevi vermişti. Teknik işleri Düzceden getirttiği Celil ile
birlikte yapacaktık. Celil ile günlerce dağ bayır dolaştık. Çok güzel
fotoğraflar çektik. Arşivledik ve dev panolar yaparak işletmenin odalarını,
koridorlarını süsledik. Günlerce Düzce’deki evlerinde misafir oldum ve geceler
boyu bu dev panoları birlikte yaptık.
İşte o zaman Celilin ilk öncülüğüne
tanık oldum. Celil Türkiye’de ilk renkli
fotoğrafı basan kişidir. Bunu pek çok kişinin bilmediğini tahmin ediyorum. Zira
Celil bununla övünecek ve reklamını yapacak biri değil. Onun ilk renkli
baskılarından birkaçı arşivimdedir uygun bir zamanda yayınlama sözü veriyorum.
Aradan yıllar geçti. Celille yollarımız İstanbul'da bir defa daha kesişti. Birlikte bir laboratuar kurduk. Ancak köprülerin
altından akan sular başkalarının dev yatırımlarla kurduğu laboratuarlar karşısında
yenik düşmemize neden oldu ve dostça, hesap kitap yapmadan el sıkışıp öpüşüp
ayrıldık. İkimiz de haksızlığa uğramadık da uğratmadık da.
Çok sonraları Celil’in Düzce’de bir özel
tiyatro kurduğunu öğrendim. Bu da bir öncülüktü sanırım. Ve o bunu gerçek bir
aşkla yapıyordu. Yakınlarından destek görmediğini sanıyorum. belki de “Ne işin
var tiyatroculukla mesleğini yap veya ağabeyine biat et git yanında çalış”
falan da demişlerdir. Ama o hayatını bu 30 lu yıllardan sonra keşfettiği büyük
aşkına adadı kendisini. Düzce’deki tiyatrosunun onu büyük zararlara
sürüklediğini duymuştum ama öyle mi emin değilim. Öyle bile olsa Celil buna
aldırmamış ve aşkının peşinde koşmuştur bundan eminim.
Halife Memun Kays’ın (Mecnun) Leyla için
yanıp tutuştuğunu Mecnun (Deli) olduğunu öğrenince Kays’ı yanına çağırtır. “Yahu
Kays bu Leyla’nın neresini beğeniyorsun. Kızın bir gözü kör, bir ayağı sakat,
yüzü çiçek bozuğu vaz geç ondan sana güzel bir kız alayım” der. Kays’ın
(Mecnunun) buna cevabı, “Halife hazretleri sen onu kendi gözünle değil de benim
gözümden görebilseydin böyle düşünmezdin” olur.
Celil’in İpsiz Recep dizisinde ikinci
başrol oyunculuğu sırasında Kadir İnanır’ın kıskançlıktan deliye döndüğünü
anlatmıştı o dizinin kamera arkasında çalışanlarından bir dostum. Çünkü o kadar
rolüne kendisini veriyordu ki Celil, Kadir gölgede kaldığına inanıyordu. Neyse bunlar
gerçek mi uydurma mı bilmiyorum ama söylenen buydu.
İşte Celil, Kays misali aşkla bağlıydı
tiyatroya. Kasabasında öncü olmak ve bu aşkını orada yeşertmek ve yaşatmak
sevdalısıydı. Ama uzun bir serüvene Düzce dışında da devam ettiğini Atatürke ve
Cumhuriyete bağlılığını destansı tek kişilik oyunlarla taçlandırdığını duydum.
Birçok büyük şehrin ünlü tiyatro salonlarında oynadığını da biliyorum.
Dün bir şey yazmış Facebook’a
İnsanı
sanata çeviren üç kanun.
1-Aşık
olmak
2-
Aşık olmak
3-
Aşık olmak ve onun uğruna HİÇLİĞE ulaşmak.
Evet
hem de çok zor. Çünkü sanat… zerzevat değil. Çok emek ister, sabır ister,
hiçbirşey beklemeksizin bir de YÜREK ister.
Bunlar Celi Yağız’ın yazdıkları. Ama benim
buna itirazım var. Sanat yaparken para peşinde koşmamayı, ün peşinde koşmamayı,
birilerini çiğnemekten kaçınmayı anlar ve saygı duyarım. Ama sevgili Celil Alkış ne olacak haa alkış. Sanatçıyı bağımlı yapan, o aşka
o dev yüreği köle eden alkış değil
mi. Sanatın kanı ve ruhu Alkıştır,
birilerinin yanına sokulup seni candan kutlamasıdır. Seni sokakta gördüğünde
önünü iliklemesidir. İşte sevgili Celil tüm gerçek sanatçıların Leylası alkış değil mi? Üstelik de
insanlar bedava olduğu halde hak etmeyenden ölesiye esirgerler hak edene ise
ayağa kalkarak sunarlar. Eminim senin AŞKINI hep canlı tutan hak ettiğin alkışlardır.