25 Aralık 2013 Çarşamba

KOYUN SÜRÜSÜ

                     KOYUN SÜRÜSÜ

Biz köylü milletiz. Değer yargılarımız da köy adetlerine göredir. Menderes zamanında “Odunu koysam seçerler” deyip Türk milleti oduncu yerine milletvekilleri de ODUN yerine konuyordu.
Devri Süleyman’da mutasyona uğramış KAZ yerine konmuştuk. Sık sık muhalefete yüklenirdi. “Bunlar üç kazı güdemez” derken biz 70 milyon KAZ ı yönetebiliriz demek istiyordu.
Son bir mutasyona uğrayıp da KOYUN olunca Türk milleti, söylem de değişti tabii. “Üç koyunu güdemeyen muhalefet..” denmeye başlandı oysa demek istenen “Ey 75 milyonluk koyun sürüsü biz sizi gütmeye ehil en iyi çobanlarız” idi. (Doğru söze ne denir ki) Bu da bana usta bir çobanın şiirsel öyküsünü anımsattı.
USTA bir çobana 100 koyununu teslim eder ağa. Çoban usta ve dürüsttür. Ağanın gözü arkada kalmayacaktır.
100 koyun ve usta çoban, köyü geride bırakıp dağa doğru yönelir.
11 gün sonra usta çoban tek başına ağanın kapısına gelir. Ağa şaşkın bakar çobana,”Sürü nerde usta?” diye sorar. Çoban sakin ve fütursuz,
“Ağa, yarısını paylaşmıştık verdim imama
Yirmisi hamileydi telef oldu eremedi tamama
Yağmur yağdı sele gitti onbeşi
Uçuruma düştü baş toklu
Arkasından beş toklu
Eşkıyanın payı altı imiş aldılar
Kurt kaptı ikisini
Getirdim sonuncunun derisini
Yüzüm Aktır alnım açık ver payımı sormayayım gerisini”
Allah bizi USTA ÇOBANLARDAN koruya


1 Aralık 2013 Pazar

İNSAN OLMANIN GURURU

      Eric Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları” kitabı ile bir uzaylı meşalesi yakıldı. Daniken bu buluşu ile bayağı zengin oldu (Zaten zengindi ama zenginliğe doyulmuyor demek ki). Onun açtığı yoldan giden müritleri bile bayağı zengin olurken ben de onların zenginliğine epey katkı sağlamışımdır. Birçoğumuz gibi.
    Gizem uyuşturucu gibidir. Bir kapılmaya görün. Hemen bağımlısı olursunuz. Bundan kurtulmak ise kilo vermek kadar zordur. Ya da sigarayı bırakmak kadar.
   History kanalda hemen her gün bir program “Antik Uzaylılar”a adanmıştır. Sanırsınız ki insanoğlu (ve kızı) kendi aklıyla kendi el emeği ile taş üstüne taş koymamıştır. Uzaydan birileri gelmiş İngilizlerin Hindistana, İspanyolların Amerika kıtasına ayak basıp oraları kolonileştirmesi gibi. Uzaylılar tabii daha ileri bir uygarlık oldukları için tüm dünyayı istila etmişler üsler kurmuşlar ve maymuna kadar ulaşabilmiş olan EVRİM’i insana çevirivermişler.
      İyi de kardeşim o uzaylılar nasıl gelişmişler ve nasıl onca uzaklardan gelip de dünyada yerleşmek, sonra da çekip gitmek gereği duymuşlardır. Araçlarından hiç arızalandığı için ve atılan ve bizim bulduğumuz bir parça olmamış mıdır.?
Elbette bunların cevabı olmadığı gibi bu programlarda sorusu da sorulmuyor.
      Her canlı bir eğitim devresinden geçiyor. Çok şükür ki böyle kanallar bunları da gösteriyor. Hayvanlar analarından, babalarından hayatta kalmak için eğitim alıyorlar, av hayvanı iseler kaçmayı, annesini tanımayı, avcıları teşhis etmeyi öğreniyor. Avcı ise büyüklerinin eğitiminden geçiyor, tuzak kurmayı, av hilelerini ve yardımlaşmayı öğreniyor. Hırsızlık ise en başta öğreniliyor.
    İnsan yaşamak için en az hayvanlar kadar birşeyleri ister istemez öğreniyor ve bu ortalama 5-10 yıl sürmek zorunda yoksa yaşaması imkânsız.
    Bir uygarlığın yaratılması ve gelişmesi ise sistemli bir eğitim olmadan mümkün olmuyor.
      İnsanın insanlığı geliştirmek için bulduğu en etkili icat bence kitlesel eğitimdir. Okulla yapılan eğitim. Bunun alt yapısını, yazının icadı, yazının yazılacağı malzemelerin icadı (kil, taş, deri, kağıt, kalem, mürekkep) getirmiştir. (şimdi de klavye)
     Düşünebiliyor musunuz ki bundan çok değil 200 yıl önce dünyada okuma bilenlerin oranı %1 bile değildi, yazmayı bilenler ise bunun çok daha altında. (İngiltere krallarından çoğu okuma yazma bilmezmiş)
      İşte insan bir gün anladı ki yaygın ve kurumsal bir eğitim olmazsa ilerleme imkânsızdır. Ve en büyük icat EĞİTİM böylece önce matbaayı ardından da her konuda kitapları yazılan bilgileri nesilden nesile birikimleri de ekleyerek okullarla aktardı.
      Savaşlarla zaman zaman uygarlıklar ve onların birikimleri yok edildi, doğal afetler, salgın hastalıklar, pek çok bilginin, ülkenin, şehir ve kasabaların ortadan yok olmasına sebep olmuştur. Bunlar insanlığın kuyuya düşüp tekrar yukarı çıkmasına benzer.
       Ben insan olmanın gururunu hiçbir uzaylıya paylaşmak istemem. İnsan olmanın yıkıcı, yakıcı ve utandırıcı yanlarını da seve seve kabullenirim. Carl Sagan’ın dediği gibi “hepimiz 13.5 milyar yıl önce oluşan yıldız tozlarından meydana geldik. Yaşımız işte tam da bu kadar. Varsa eğer uzaylı kardeşlerimiz de aynı yıldız tozundan meydana geldi. Ham maddemiz aynı. Yaşımız da. 

24 Kasım 2013 Pazar

vuralınyeri: Gölcük Saraylı Köyü mimarisi

vuralınyeri: Gölcük Saraylı Köyü mimarisi:      2008 yılının Aralık ayında Gölcüğe bağlı SARAYLI Köyü'ne foto safariye gitmişim. Burada ilginç köy evlerinin harap durumlarına ba...

Gölcük Saraylı Köyü mimarisi

     2008 yılının Aralık ayında Gölcüğe bağlı SARAYLI Köyü'ne foto safariye gitmişim. Burada ilginç köy evlerinin harap durumlarına bakınca insan düşünmeden edemiyor.
      Neden buraya bu adı vermişler. Neden hemen hemen aynı yaşta olan evleri 100 yaşın üzerinde ve neden birbirine çok benziyor. Neden bizim köy mimarimize benzemiyor.
      Bunları araştırmak için biraz geç kalmış olmakla birlikte yine de bazı sonuçlara vardım. 
     Burada İskender'in sarayı olduğu için bu adı almış. (Oldukça uçuk bir iddia). Topkapı müzesinde İskender Lahdi olarak bilinen lahit bile İskender'e ait değilken Saraylı'daki sarayın İskender'e ait olduğu bir efsane olsa gerek.
     Burada bazı Roma dönemi buluntuları çıkarılmış. Buna inanılır. İzmit Roma ve Bizans'ın önemli bir kenti ve doğuya giden yolların üzerinde bir bölge.
     750 yıllık olduğu ileri sürülen cami meydanındaki çınar. Buna da inanmak oldukça zor. Çınar hızlı büyüyen ve bir süre sonra da ortadan kovuklaşan bir ağaç. Eğer yazılı bir kaynak yoksa 200 yıldan daha eskisini ortaya çıkaracak bilimsel bir yöntemi ben bilmiyorum (malum mesleğimiz orman mühendisliği) 
   Evlerin simetrik yapısı, ortada bulunan balkon ve bunun üzerindeki kırma çatı Türk köy mimarisinde rastlanan bir tarz değil.
   İzmit bilindiği gibi Osmanlının en kozmopolit illerinden biriydi. I.Dünya savaşının yarattığı kargaşa ile Yunanlıların işgaline uğradı ve burada yaşayan gayrimüslümler müslüman halka karşı büyük bir kıyıma kalkıştı. Rum çeteleri köyleri, kenti ve kasabaları kasıp kavurdular. İstiklal savaşının ardından sap da keser de dönünce Rum vatandaşlarımız Yunan ordusu ile birlikte kaçış yolunu tutmak zorunda kaldılar. Öylesine vahşet göstermişlerdi ki Lozanda Mübadele daha konuşulmadan skorun eşitlenmesinden korktukları için Yunanistan'ın yolunu erkenden tutmuşlardı.
   Lozan'ın bilinen ama gözardı edilen bir özelliği de mübadeleyi bizim değil karşıtlarımızın istemiş olmasıdır.
 Bu benim kanaatimdir ki I. dünya savaşından önce Saraylı köyü ağırlıklı olarak Rum köyüydü. Terk ettikleri köye Gölcüğün birçok köyüne olduğu gibi Batum'dan göç eden Müslüman Gürcü'ler yerleştirilmiş olmalıdır.
En kısa zamanda Saraylı köyüne gitmeye ve son durum ile buranın kökenini öğrenmeye çalışacağım. 
Yazının buraya kadar olanını 24/11/2013 yılında yazmışım bundan sonrası yeni yaptığım ilavedir.
  Sevgili dostlar bu gün 2 Ağustos 2017 kurban bayramının ikinci günü. Sevgili arkadaşım Necdet Güler aradı sohbet sırasında bu köyün meydanındaki çınara yaş tayini yapıldığını söyledi. Hem de çok kesin 1224 yaşında olduğu tespit edilmiş köyün çınarının yaşı.                               Kim yapmış bilmiyorum. Necdet bu, durur mu. Hemen bir yazı yazarak bu denli kesin bir bulguya nasıl ulaşıldığını sormuş. Bunu nasıl cevaplamışlar bilmiyorum ama tabelayı 1200 olarak revize etmişler. Şimdilerde ise yaşı yine 750 ye düşürmüşler galiba.
    Bir tarih yaratma çabasını anlayışla karşılayabiliriz ama bunun doğru olması koşuluyla. Yukardaki yazımın ilk halinde de yazdığım gibi bir belgeye dayanmadan 200 yaşın üzerinde bir çınara yaş tayini imkansızdır. Demiryolu caddesindeki çınarların 1889 yılında dikildiğine dair belgeler ve fotoğraflar var ve Sırrı paşa (yanılmıyorsam) tarafından diktirildiği biliniyor ve Saraylı Köyündeki çınar belki biraz daha yaşlıdır hepsi bu. Necdet' in hassasiyeti çok doğru. Birilerinin ahkâm kesmesi ile tarih yaratılamaz. Birileri işte böyle çıkar ve üfürükçüler mosmor kesilir. Elinizde sağlam deliller varsa biz de morarmaya hazırız. Sevgiyle kalın.




21 Kasım 2013 Perşembe

vuralınyeri: Bunlara benim de inanmam zor. Siz ne dersiniz

vuralınyeri: Bunlara benim de inanmam zor. Siz ne dersiniz: İnsan vücudunda insan hücresinden daha fazla bakteri varmış. Bunlar     belli bölgelerde belli koloniler halinde vücutla uyumlu yaşarlarmı...

Bunlara benim de inanmam zor. Siz ne dersiniz

İnsan vücudunda insan hücresinden daha fazla bakteri varmış. Bunlar     belli bölgelerde belli koloniler halinde vücutla uyumlu yaşarlarmış. Mesela bağırsaktaki bakteri mideye veya solunum sisteminde yaşamaya başlarsa vay halimize imiş. Esasen bu bakteriler olmasa yaşamımızı sürdürmek de imkânsızmış.
İnsan yumurtası döllendikten sonra her 30 saatte bir defa bölünür ve iki katına çıkarmış. Yani yumurta döllendikten 30 saat sonra 2, 60 saat sonra 4, 90 saat sonra 8, 120 saat sonra 16 adet hücre olurmuş. Ve bu 9 ay 10 günde 224 defa tekrarlanırmış. 2 yi kendisyle 224 defa çarparsanız kaç hücre olduğunu hesaplayabilirsiniz ama bunun okunması neredeyse imkansız. Ve düşünün bir o kadardan daha fazla bakteri….
Tabbi bunca canlı hücrenin birarada yaşamasının zorlukları var elbet bunlara da hastalıklar demişiz. Bakın hastalıkların bazıları nasıl basitçe halloluyormuş.
1-      Yılda en az bir defa nezle olanların bağışıklık sisteminin % 70  daha güçlü olduğu saptanmış.  Nezle virüslerinin bir hafta yaşadığını ve bu süre içinde zararlı pek çok bakteriyi yok ettiklerini düşünüyormuş uzmanlar. Nezleniz varsa bir hafta tedavi olmamak gerekirmiş sadece istirahat yeterliymiş.
2-    Muzu orta ve güney Amerika yerlilerinin pişirerek ve kabuklarıyla yedikleri biliniyormuş. Bu insanların zor koşullarda yaşamalarına karşılık çok az hasta oldukları dikkat çekince beslenme alışkanlıkları incelenmiş sonra da MUZ mercek altına alınmış. Esas mineral ve besleyici maddelerin kabuklarda olduğu anlaşılmış. Şimdi muzu kabuğuyla yemek tavsiye ediliyormuş. İyice yıkamak şartıyla. O kadar uzun yola dayanabilmesi için bazı kimyasallar kullanılıyor ve kabukta kalıyormuş.
3-      40 yaşını geçen kadınların ve 60 yaşından sonra da erkeklerin kâbusu olan kemik erimesini durdurmanın en kesin çözümü 3 haftada bir defa bir yumurtayı kabuğu ile yemekmiş. Bunun için blenderde iyice karıştırıldıktan sonra yenmesinin en kolay yol olduğu söyleniyor. Kalsiyum eksiği olduğu için kabuksuz yumurtlayan tavukların arkadaşlarının yumurtladığı normal yumurtaları kabuğuyla yedikleri gözlenerek bulunmuş.

Nasıl, inanılır gibi değil, değil mi.  Kim bilir doğada kendi başına yaşayan ne doktoru ne ilacı olmayan ve bizden milyonlarca yıl önce var olmuş hayvanların hala normal bir hayatı bize rağmen sürdürüyor olmalarının ardında ne sırlar gizlidir.

11 Kasım 2013 Pazartesi

"ADAM mı?" "ADAM GİBİ mi"

Son günlerde çok duyduğum ve çok okuduğum bir cümle kalıbı “…. Adam gibi adam” birisi hakkında olumlu düşünüyorsak o kişi “adam gibi adam oluyor” inanın Atatürk’e bile, çok sevdiğim, üstelik aydın ve Atatürk sevgisi ile dolu olduğundan emin olduğum bir dostum Büyük Ataya “Adam gibi adam” diye yazınca bu yazıyı yazmaya kendimi mecbur hissetti.
Demek ki bu ülkede ADAM yok ki, ADAM hiç olmamış ki hep benzerini bulabiliyoruz. Yani taklitlerini.
ATATÜRK’e bile adam gibi dedikten sonra pes artık. İyi de bu benzetmeleri yaptığımız HAKİKİ ADAM kim kardeşim.
Nerede yaşamış, neler yapmış da ADAM olmuş. O bir tek kişi midir de ondan sonra hiç ADAM yetişmemiş de her babayiğit ona benzemektedir yani kötü bir taklididir.
Ben adam olduğuna inandığım hiç kimseyi ADAM’a benzetmedim. Ona ADAM dedim. Bana birisi “adam gibi adamsın” dese inanın çok üzülür ve gereken cevabı veririm. Ben ya ADAM ımdır yada değilimdir.
GİBİ sözcüğü “BENZER” anlamındadır.  Buradan birisi için kullanılan ADAM GİBİ sözcüğünden “aslında adam değil ama benziyor.” Sonucu çıkmaz mı.
“ADAM GİBİ ADAM” deyince işler daha da vahim.  Adam ama Adam değil. Adama benzeyen adam, Yani iki ayak üzerinde ve elbise giyip konuşabildiği için adam ama genel davranışları itibariyle bir kopya, bir benzer, bir sahte, kim bilir belki de iyi programlanmış bir androit.
Sevgili dostlarım lütfen sevdiğiniz, beğendiğiniz, değer verdiğiniz, saygı duyduğunuz, güvendiğiniz, canınızı bile emanet edebileceğiniz kişiler için “Adam gibi adamdır.” Demeyin. O  ADAMDIR, o gerçek bir ADAMDIR “ deyin.
Tabii bunun da sakıncası vardır. Bir ilden gelmiş birine sorun, komşu ilden, kendi kasabalarından adam çıkmayacağını söyleyecektir. Nereye hangi ile hangi ilçeye giderseniz gidin sorduğunuzda “oradan adam çıkmaz” diyeceklerdir.

Buna göre ne yazık ki ülkemizden adam çıkmayacağı sonucu çıkar. Eğer böyle ise “GİBİ” leriyle idare edebiliriz. Ama en azından Yüce ATATÜRK'e  haksızlık etmeyelim. 

13 Ekim 2013 Pazar

CENAZEDE LOUİS VUİTTON ÇANTA



       Malum, sonbaharda yapraklar dökülmeye başlar. İlkbaharda hepsi birden dünyaya gelen yapraklar sonbaharda farklı zamanlarda dökülür. Kimisi hevesle dalından bırakır kendini süzüle süzüle toprağa paraşüt gibi iner, kimi sert bir poyrazla kimisi de yağmur taneleriyle ayrılmak zorunda kalır dallarından. Kimisi ise sımsıkı tutunmuştur, direnir de direnir. O Henry’nin son yaprağı gibi. Ama sonuç yine de değişmez. Yeni geleceklere yer açılmalıdır dallarda.
       Bir insan kuşağı da böyle işte. Özellikle yaşamın sonbaharının yılın sonbaharına denk geldiği günlerde daha sık düşeriz toprağa. Cami avlularında aynı anda kılınan birkaç mevtanın önünde, direnenler saf tutarlar kendi sıralarını beklerken. Kalabalık cematte kimin kimi uğurlamaya geldiği de pek anlaşılmaz. Kim kimi yolcu etmeye gelmiştir ne önemi var. İnsanlık adına…
        Bir dostun “bir namazlık saltanatına” tanık olmak için gelmiştim. Üç saltanat varmış meğer. Cemaatten çok azını tanıyorum. Besbelli ateş düştüğü yeri yakmış. Ağlayanların yüreği yanık. Kimisi üzgün kimisi olağan karşılıyor, hatta kimisi de gülüşüp şakalaşıyor bile. Kime ne? Herkesin yaptığı kendine.
      Arkamda yoğunlaşan kalabalık kadınlı erkekli. Hemen arkamda bir kadın hıçkırıklarla ağlıyor. Kulak kabartıyorum. Ölenlerden biri annesi. Hafifçe yana kayıyorum dörtlü bir grup. Sadece bir tanesi ağlıyor. Bir ara bir sessizlik oluyor. Kadınlardan biri soruyor. “Çantayı Ulus pazarından mı aldın?” bu sorudaki hinliği ben bile anlıyorum. Ağlayan kadın birden normale geçiş yapıyor. “Ne demek istiyorsun…… iki ay önce yurtdışından aldım”. Usulca göz atıyorum hemen her yerinde Louis vuitton yazıyor çantanın. Kocaman bir şey. Telefon çalsa içinde bulmak mesele olur.
        Yakınlarda bir dostumu görüyorum ve oraya doğru kayıyorum. Kaldığı yerden ağlamaya başlayan kadını usulca gösteriyorum “Kim bu” hatun kişi olan mevtanın kızı imiş. Kolumdan çekip biraz uzaklaştırıyor beni ve hikayeyi ondan öğreniyorum.
        “Üç kız bir erkek kardeşmişler. Dördünün de hali vakti yerindeymiş. Babaları öleli çok olmuş. Anneye uzun bir yaşam nasip olmuş ama bir süre sonra kendini idare edemeyecek kadar yaşlanmış. Gerçi kendine ait evde oturuyormuş, kimseye muhtaç olmayacak kadar da geliri varmış ama yaşlılık zor, zihin bir gidip bir geliyor. Bazen evden çıkıyor ama dönüşte bulamıyor. Neyse ki konu komşu tanıyor da evine getiriyor. Sonunda çocuklarına komşular durumu anlatıyorlar. Bunlar hemen toplanıyorlar ve günlerce ne yapmaları gerektiğine karar veremiyorlar.
       Erkek kardeş kesip atıyor sonunda. “Benim karım anneme bakamayacağını söyledi ben annemi evime alamam.”
         Kızlardan bir teklif ediyor. “Birer ay bakalım. Kardeşimiz de maddi olarak destekler”
         Oğul, “Ne münasebet, annemin maaşı var kim bakıyorsa o, o ayın maaşını alsın”
    Kızlardan biri. “Annemin dairesini satalım nasıl olsa biz nöbetle bakacağımıza göre eve ihtiyacı olmayacak.”
        Öbür kız. “Kardeşim doğru söylüyor evi satalım gerçi paraya ihtiyacımız yok ama kocam işini büyütür bu sayede. Tabii payıma düşenle.”
      Üçüncü kız.”Annem hayattayken ben evin satılmasına taraftar değilim. Zaman zaman evinde kalmak isteyebilir, o zaman ne yaparız. Gerektiğinde ona hem kendi evimizde hem de onun kendi evinde bakarız.”
Sonunda dört kardeşten üçü evin satılmasına karar verirler. Annenin rızası buldukları bir doktorun raporuyla notere kabul ettiriliyor ve ev satılıyor.
      Evin satılmasına razı olmayan kardeş ilk nöbeti alarak annesine bakmaya başlar. Bu ilk nöbet aynı zamanda son nöbet olur. Zira kimse anneyi eve almaya rıza göstermez. Bu yüzden kavgalar olur. Kardeşler küsüşür ve bir daha asla konuşmazlar. Louis Vuitton marka çantalı kadın cenazede en çok ağlayan ama annesine asla bakmayı kabul etmeyen iki kızdan biridir. Diğerlerini uzaktan gösterdi arkadaşım ama o kalabalıkta kimi gösterdiğini anlayamadım. Önemli de değil. Bir anneye bakmayı reddedip onun evini sattıran ve parası ile muhtemelen yurtdışından Louis Vuitton çanta alandan bana ne. İyi ki o zavallı anneyi tanımıyordum ve iyi ki ona da bir fatiha okuma fırsatım oldu.


10 Ekim 2013 Perşembe

FUTBOL SEYİRCİSİNİN AÇMAZI



Gazetemin spor sayfasını okurken bir köşe yazısı dikkatimi çekti. Özetle şöyle diyordu.”…Galatasaray kelimesi neredeyse asaletle eşdeğer olmuştur…”
Güzel. Şimdi bunun üzerinde biraz duralım. Galatasaray Lisesi verdiği Fransızca eğitim sayesinde Türk insanının dünyaya açılan ilk ve tek kapısı olur. Bu okula toplumun en elit kesiminin çocukları gidebilmektedir. (geçmişten bahsediyorum tabii ki) onlar burayı bitirdikten sonra genellikle Fransa’ya gider orada üniversitede yıllarca okur ve çoğu da asil, paşazade, prens falan oldukları için de asla bir işte çalışmazlar ama bildikleri dil sayesinde aracılık, temsilcilik falan gibi nüfuzlarını kullanarak büyük paralar kazanacakları ve tatlı hayat yaşayabilecekleri bir ortamda bulunurlar. Yani Osmanlı (sonra da Türk) yüksek sosyetesini oluştururlar. O devirlerde bu asilzadelerin okuma ayakları ile yurtdışında harcadıkları paraların haddi hesabı yoktur ve bu tahsilin de yurda hiçbir faydasının olmadığı biliniyor.
Neyse ki bunların içinden bazıları Jön Türk hareketini başlatacak kadar yurdunu seven kişilerdir ama onlar böyle büyük paralar harcayacak güçte olmadıkları gibi tehlikeler içindedirler de.
Galatasaray kulübü işte böyle asillerin ve lisede okuyarak asalet kazanmış, dönüşmüş halk çocuklarının kurduğu takımdır. Her kesimden taraftarı futbol severlerin %31 i Galatasaraylıdır ama kulübü bir avuç Liseli yönetir. Liseli olmayan benim bildiğim sadece Adnan Polat’tır ve nasıl başarılı olduğu ve nasıl postalandığı da malumdur. İyi de köle muamelesi gören, yolunacak kaz gözüyle görülen bu 25 milyon taraftara ne oluyor. Hiç denecek kadar az Liselnin peşinden gidiyor. Bence bu bir açmazdır. İzahı zordur.
Gelelim Fenerbahçe’ye, Beşiktaş’a ve Galatasaray’a tepki olarak kurulmuş bir Kadıköy semt takımıdır. Yıllarca milli lig kurulana kadar savaşır bu üç silahşorlar. Sonra ne olur, Fenerbahçe kulübü zengin burjuvaların eline geçer. Neyse ki bu zenginler asil okullarından değil hayat okullarından yetişen ve para kazanmayı öğrenmiş halkın içinden çıkmış zengin ama halk kişilerdir. Onun taraftarı %29-30 civarında ve 23 milyondur.
Beşiktaş’a gelince, Kurulurken futbol kulübü değil jimnastik kulübü olarak kurulmuştur. Her spor dalında semtinin ve İstanbul’un gençlerine kucak açmıştır. Kulüp en demokrat en ayırımcılık yapmayan ve herkesin yönetime girmesine izin veren bir yapısı vardır. Bu kulübü yıllar yılı bir avukat olan Baba Hakkı, yıllar yılı başarıdan başarıya koşturan emekli bir memur olan Süleyman Seba yönetmiştir. Taraftarı %19-20 gibi biliniyor 17 milyon civarında. Ancak öyle görünüyor ki en dinamik en aktüel ve en onurlu taraftar onlarda. “Çarşı” bugün dünya çapında bir fenomen.
Galatasaraylı olan eğitimsiz bir varoş insanı Galatasaray’da seçime katılabiliyor mu? Fenerbahçeli olan ve onun için vuran kıran bir işsiz taraftara bir kongreyi bırakın yönetime girmeyi izlemeye gidebiliyor mu? Biri asillere diğeri zenginlere malzeme oluyor. Gerçekten çok şaşırıyorum.
Beşiktaş taraftarı bence idealleri peşinde giden ve ona yön vermeye çalışan tek büyük kulüp taraftarı.
Trabzon mu? Bahsetmeye değmez. Ne yüzdesi ile ne sayısıyla ve ne de idealleriyle.
Siyasette de partililik aynı değil mi. Zenginleri destekleyen hep fakirlerdir. İnsanlar hep kendi çıkarlarının ve fikirlerinin tersi olan siyasilerin peşinde koşmaz mı? İşte aynı açmaz.
Bilirsiniz bir zamanlar istediğiniz zaman yurtdışına çıkamazdınız birkaç yılda bir bu hakkınızı kullanabilirdiniz. Bu kısıtlamanın kalktığı gün müebbet hapis mahkûmuna sormuşlar “son günlerde seni mutlu eden bir gelişme oldu mu?”
Cevap: “Yurtdışına çıkış yasağının kaldırılması beni çok mutlu etti.”

(not: Ben bir Fenerbahçeliyim.)

2 Ekim 2013 Çarşamba

RESME GÖNÜL VERMİŞ BİR DENİZCİ ERDAL ÖZYURT


Ekim ayı İzmit'te sanat dünyasının kalbinin atmaya başladığı aydır. Müzik koroları bu aya girilirken repertuvarlarını geçmeye başlar, İzmit sanat galerileri bu günlerde sergilere kapılarını açar. Çalışacak yer peşinde olan sanatçılar ve sanatçı adayları bu günlerde kendilerine yer verebilecek yetkililerin kapılarını aşındırmaya başlar. Ve bu aylarda resmi kuruluşlar sanata olan eğilimle orantılı olarak kurslar, organizasyonlar ve eğitim seferberliği etkinlikleri düzenlemelerini hayata geçirirler. Okulların açılmasına paralel bir devinimdir bu. Çocuklar okula ana babalar etkinliklere.
        İşte bu yeni sanat sezonunun ilk sergisini İzmit Sanat Galerisinde izleme fırsatı bulduk. Kadim dostumuz Erdal Özyurt’un kişisel resim sergisi.

     İzmit Belediye başkanı Dr. Nevzat Doğan’ın katkıları ve açılışta hazır bulunmasıyla sanata ne kadar değer verdiğini görerek mutlu olduğumuz sergi, izlenmeye değer kişisel sergilerdendi.
Erdal Özyurt deniz astsubayı emeklisidir. Hayatını zor veya kolay şartlarda çalışarak geçiren pek çok insan ne yazık ki emekliliğe hazırlık yapmayı düşünmüyor. Emeklilik kapıya dayandığında ise büyük bir boşluğa düşmüş gibi hayattan elini eteğini çekip bunalıma giriyor.
                  1999Gölcük depremi Erdal Özyurt’un hayata bakış açısında önemli bir değişime neden oluyor ve resim yapmaya karar veriyor. Bu ikinci mesleğine Denizciliğe verdiği önem kadar önem veriyor ve ders almaya başlıyor. Tabii yıllar içinde hem resim yeteneği hem kültürü hem de resimleri birikiyor ve katıldığı birçok karma sergi ona yetmemeye başlıyor ve kişisel sergisi işte karşımızda.
    Kırkbir tablonun sergilendiği galeriyi Dr. Nevzat Doğan’la birlikte geziyoruz. Başkanın resimden derinlemesine anladığına şahit oluyoruz.
     Erdal Özyurt’un sergisinden benim anladıklarıma gelince, Ders aldığı her hocanın sistemine ve tarzına uygun birer ikişer resmin varlığına şaşmamak gerek zira bu sergi kişisel gelişimini yansıtan her dönemi kapsayan bir sergi, Kolaj, soyut, klasik, natürmort atölye çalışmalarının ardından kişiliğini bulduğunu ve “artık bu benim tarzım” diyebileceği resimler başlıyor ve resimler olgunlaşıyor. 
Sergide şunu görebiliyoruz, Erdal Özyurt bir tabiat, bir açık hava ressamıdır. Tabiata yüzünü dönmüş ve belki de insanın tabiatta yaptığı etkiyi protesto etmek için insan resmetmemeye başlamıştır. Oysa Kemancı, Tencerede yemek yapan kadın, Buzkaşi gibi tablolarında insanı da başarılı bir şekilde ifade edebildiğini göstermiş.
         Resmin en güzel tarafı gönlün, duyguların, algıların neyi istiyorsa onu tuvale aktarabilmek değil midir.  İşte Erdal Özyurt da bunu yapmış ve yelkenliyi bile insan unsurunu redderek sonsuzluk hissi verecek şekilde maviliklerin içine yerleştirmede büyük ustalık sergilemiş.
Anı defterine bir şey yazmamayı tercih edişimin sebebi daha serinkanlı ve objektif, anı defteri ile çelişmeyen bir yazıyı kaleme alabilmek içindi. 

        Kadim dostum Erdal Özyurt'u kutluyor başarılarının devamını bekliyorum.


18 Eylül 2013 Çarşamba

SÜLEYMENİYE ERCİYES DAĞININ KOPYASIDIR


Süleymaniye Erciyes dağının kopyasıdır.

Mimar Sinan'ın Kayserinin Ağırnas köyünden devşirilmiş bir Osmanlı vatandaşı olduğunu bilmeyen neredeyse yoktur.
Devşirmelerin memleketlerini bir daha görme şanslarının olup olmadığını bilmiyorum. Muhtemelen böyle bir yasak yoktu ama pratik olarak bu imkânsızdı. Zira gördükleri eğitimin başlama yaşını ve şeklini göz önüne alırsak onların evlerini ve ailelerini bir daha görme imkânı pratikte yoktu.

Erciyes dağının kuzeybatıdan görünüşü.

 Yavuz Sultan Selime kadar devşirme işi Rumeli’den yapılırdı. 1512 yılında Yavuzun “Artık Anadolu'dan da devşirme yapılmasına” karar vermesi üzerine Sinan Anadolu’dan ilk devşirilenlerdendir. O zamana kadar taş işçisi olarak çalışmış, yol köprü ve bina yapımında oldukça deneyim kazanmıştı. Hayatına kabaca bir bakış attığımızda memleketini ziyaret edip hasret giderdiğine dair bir kayda rastlayamıyoruz. 23 yaşında memleketinden ayrılan bir gencin sıla hasretini anlamak zor değil. O, köyünü, ilini ve hayatın merkezinde olan Erciyes dağını mutlaka çok özlemişti.

Süleymaniye'nin Kuzeydoğudan görünüşü

İşte Kanuni’nin ona Süleymaniye’yi yapma görevini verdiğinde, doğduğundan beri hep karşısında olan ve 23 yaşında anılarına hasretle gömdüğü Erciyes’i İstanbul’a bir sembol olarak taşıma fırsatını da bulmuş oldu.
Erciyes’in konumuna bakacak olursak doğu yamacı nispeten daha dik batı yamacının ise giderek tatlı bir meyille Kayseri’yi kucaklayacak biçimde kavislendiğini görürüz. Sinan’ın Süleymaniye’si aynen bu topoğrafyaya uygun olarak, güneydoğuda daha dik bir yamacın üzerinde dimdik yükselir. Kubbenin bulunduğu yer Erciyes’in zirvesinin tam bulunduğu yere tekabül eder. Sonra son cemaat yeri ve minarelerin kuzeybatıda yer aldığını ve Erciyes’in Kayseri’yi kucaklaması gibi Unkapanı ve Zeyrek tarafına kucak açtığını görürüz. Kimbilir belki de minarelerden biri Alidağı’nı sembolize ediyordur.

Edirne’deki Selimiye böyle bir sembolizm anlayışı taşımaz. Zira Sinan hasret çektiği Erciyes’i ebediyen İstanbul’a taşımış ve tekrar etme gereği duymamıştır. Selimiye’nin dört minaresi de caminin birer köşesindedir. Oysa Süleymaniye’nin tüm minareleri kuzeybatıya Kıblenin tersi istikametinde konumlandırılmıştır.

İşte size Memleket hasretinin en güzel ifadesi. Koca Sinan padişahıyla bunu paylaştı mı, yoksa hiç kimsenin anlamasını istemedi mi bilemiyorum ama Süleymaniye’yi ve Erciyes’i birlikte düşününce bunun kesin olduğuna inanıyor insan. Böyle bir hasrete saygı duyulmaz mı? Türbesini bu sembolik dağın eteğine yaptırması da bunun kanıtıdır. Zira onun deyimiyle Süleymaniye kalfalık, Selimiye ustalık eseridir. Neden ustalık eserinin yanına değil de kalfalık eserinin köşeciğine konmuştur türbesi.

10 Eylül 2013 Salı

İSLAM OLİMPİYATLARI İÇİN ÖNERİLER

              İslam Olimpiyatları:

        2020 Olimpiyatını Tokyo 30 karşı 66 oyla (kılpayı) kazandıktan sonra bizi tıpkı AB üyeliğine İslam olduğumuz için almadıkarı gibi Olimpiyatı da İslam olduğumuz için vermediklerine iyice kanaat getirdik. Kim bilir belki de Biz islam olduğumuz için değil kendileri İslam olmadıkları içindir.
        AB üyeliğimizin gerçekleşemeyeceğini anladığımızda İslam birliği projesi için avan proje yarışması açmayı düşünmüştük. Şimdi de İslam olimpiyatlarını düşünmekte fayda olduğunu AKP liler gündeme getirince ben de hemen bu konuda kafa yormaya başladım. Eeee tabii şimdiden fikir üretmek gerek.
        Tabii bazı kırmızıçizgiler olacak önce onları saptamak lazım. Bir defa bu yarışmalara katılacakların İslam, sünni ve cemaatçi olması gerek.  Önde gelen cemaat liderlerinden sertifikalı olmalı. Madem bunu hallettik. Şimdi gelelim branşlara: Tabii kızlar için ayrı erkekler için ayrı branşlar tertiplemek gerek.
        Erkekler için yağlı güreş, aba güreşi taş kaldırma ve fırlatma, Güvercin takla, Çelikçomak, Uzuneşşek, Tavşan kaç tazı tut. Taksimde hızlı ağaç kesme yarışması. Tabii bu iki aşamalı olacak koruyan takımlar, kesici takımlar. Koruyan takımlar biber gazı ve tomalarla dağıtılırken kesiciler aradan fırlayıp ağaçları hızla kesecekler. Her takıma bir ağaç tahsis edilecek. Marşları da “baltalar elimizde palalar belimizde” olacak.
        Uzağa tükürük atma, rüzgara karşı işeme yarışmaları da olmalı. Tabii ki bir İ.Olimpiyat komitesi olacak daha ne gibi, özellikle de Türk İslam adetlerini yansıtan oyunlar olabilir. ABD kızmazsa BUZKAŞİ de ilave edilebilir; malum ABD Afganlarla biraz papaz da, kızabilir.
         Gelelim kızlara.
      Örgü yarışması, çarşaftan kol atma, beştaş, seksek, saklambaç ve literatüre geçmiş başka islamik branşlar dahil edilmelidir.
        Kızlar için ayrı erkekler için ayrı tilavet, ezan, masal anlatma gibi şeyler de aklıma geliyor ama sadece   İ. Olimpiyat komitesine yardımcı olmak için.
        Bizde pek revaçta olduğu için doping de meşru sayılmalı hatta en kaliteli ve etkili doping maddeleri icadı da yarışmalara dahil edilebilir. Bakın o zaman dopingli çıkan Nevinimizin adını da tesise koymanın yasal altyapısını sağlamış oluruz.
         Haaa bir de kına ihtiyacının karşılanması için kazananların kazandıkları, kaybedenlerin de kaybettikleri için yakmaları için kınakına satan reyonlar bir ayrıntı olarak unutulmamalıdır.
        Birkaç küçük sorun var ama onları da tanımayız olur biter. Birinci sorun Olimpiyat sözcüğü tescilliymiş. Tanımayız. Bizde korsancılık taklitçilik telif hakkına boşverme neredeyse yasal gibi serbest nasıl olsa.
       Olimpiyatlar zamanında bütün savaşlar durur kimse silaha el sürmezmiş ve olimpiyatlar barışı simgelermiş. Biz inadına İ.Olimpiyatları sırasında barışı yasaklar yoksa bile savaş çıkarmayı şart koşarız olur biter. Gerçi İslam dünyasında savaşsız bir gün bile geçmediğinden bunun sorun olacağını sanmıyorum. Hatta her dört yılda bir İ.Olimpiyatları için savaşacak aday ülkeleri yarışmayla  seçebiliriz.
Eminim büyüklerimiz bizden daha iyi düşünür benim aklıma gelmeyen muzırlıkları onlar tamamlar.


7 Eylül 2013 Cumartesi

OLİMPİYATI TOKYO ALDI BİZ HALKALARINI


       7 Eylül 2013 cumartesi öğleden sonra, hangi kanalı açsam olimpiyat seçmeleri. Meğer ülke kaynayıp dururmuş da benim haberim yokmuş. Olimpiyat ateşi bizim medyayı yakarmış da ben üşüyüp dururmuşum. Hele bir de başbakanı bu konuda canlı yayında görünce onun yüzünün olmadığı bir çocuk kanalına kadar zap üstüne zap yapıyorum.
       Sonra son dakika müjdesi her kanalda yanıp sönüyor. “İspanya elendi finalde Tokyoyla başbaşa kaldık”
          Hemen 1964 Tokyo olimpiyatlarının Abidin Dinonun yönettiği filmi geliyor aklıma. Defalarca seyretmiştim, yine bulsam seyrederim.
       Aman bir kıyamet bir kıyamet, yağ çekecek ya bizim medya “çantada keklik” gibi müjdeler veriyorlar. Bizim medya için kolay; olmadı çarkediverirsin. Melih Gökçek de bir politikacı ve yüzsüz onun için yüksekten atmasını normal karşılıyorum. Ama basının daha ihtiyatlı olması gerekmez mi? Neden mi?
         Daha dün 20 yaş altı futbol organizasyonu yapmışsın. Ne kadar övünsen de seyirci yok,  neredeyse üste para vereceksin ama kimse maçlara gelmiyor, Akdeniz olimpiyatları yapıyorsun durum aynı.
      Dünya çapındaki atletlerin Afrikadan, geri kalanı sürekli dopinkli. Halkın sadece kazanmaya şartlandırılmış, yarışma ruhunu takdir eden yok. Kazanmak için her türlü pis işe hazırız. Naim Süleymanoğlunu bile Bulgaristandan parayla almadık mı?
         Tanıtım filminle ülken aynı değil. Yılmaz Özdil ne güzel yansıtmış. “Takiye olimpiyatları olsaydı mutlaka kazanırdık” diye.
      Hiç dostun kalmamış, dış politikan yerlerde sürünüyor, içerde biber gazı kahramanı polisin, Suriye’ile savaş için çığlıklar atıp darbe yaptırmaya çalışıyorsun, Mısırda darbe yapanlara savaş açmaya çalışıyorsun. Tezatlar, çifte standartlar, dünyanın gözü senin ve dolayısıyla benim, bizim üzerimizde ve kaşlar çatık. İnsan hakları ihlallerinde lidersin, ekonomin çatırdıyor ve olimpiyatlara talipsin. Son büyük oy hayalleri nihayet saat 23 civarında uçup gidiyor. Tokyo, Olimpiyatları ikinci kez alırken Türkiye beş tane sıfırı alıyor. Umarım ayaklar yere basmıştır.

       Bilgin Gökberk tam isabet eden bir laf söylüyor. “sen olimpiyat için taşa toprağa betona yatırım yapıyorsun insanın olimpiyata hazır değil ona da yatırım yapmalıydın.” 

15 Ağustos 2013 Perşembe

MISIR ORDUSU NEDEN KAN DÖKÜYOR

                    Türk ordusu bambaşka.

     İki gündür içimiz kan ağlayarak Mısır olaylarını izliyoruz. Ve düşünmeden edemiyoruz. Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve tekrar Mısır. Olayların nasıl tırmandığını görüyoruz. Ve düşünmeden edemiyoruz. Neden bu halklar ağır bedeller ödüyor,  kim için, ne için. İşte tarihin bize söyledikleri
       Tarihte hemen her devletin dayandığı esas gücün orduları olduğunu biliyoruz.
       Hükümdarlıktan siyasi rejimlere geçilince bu defa rejimler ordularına dayanmaya başlamışlardır.
      Hemen tüm rejimler kendine inanan ve neredeyse körü körüne bağlı ordular sayesinde hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Her zaman da orduların yapısına göre komuta kademeleri rejimle bir şeyleri paylaşmışlardır.
İngiliz ordusunda (halen mevcut en eski ordulardan biri) subay olmak için asil olma şartı vardır. Asil çocuklarının neredeyse tamamı (veya arzu edenlerin tamamı) asalet derecelerine göre bir rütbeden başlayarak orduda görev alırlar.
      Japon ordusu 2. Dünya savaşı ile lağvedilene kadar buna benzer bir yapıdaydı. Bu imparatorluk düzeni sürdüğü süre de böyle olacağı neredeyse kesin.
       Amerika’da daha ziyade profesyonel ordu sistemi olduğu için ordu işçi işveren ilişkisi ile var. Sivil otorite onları her zaman denetleme imkânına sahip. Yoksa kovar gönderir.
Ordular korudukları rejim tehlikeye düşünce tehlikeye düşerler.
Bunun yaşanan bir kuşak içindeki örneklerini hemen verelim.
      Küba ordusu devrimcilere direnerek Batista rejiminin sürmesi için çok çalıştı. Ordunun komuta kademesini dinlemeyip saf değiştiren erat Fidel Castro’nun kazanmasını sağlayınca rejimi korumaya çalışan komutanların neredeyse tamamı kurşuna dizildi. Bu kurşuna dizilme kararlarını veren bizzat Che Guavere idi. Bu dünya ordularının dikkatini çekti ama önemini kavrayamadılar. Daha önce Sovyet devriminde asillerin kaçmak veya ölmek arasında tercih yapmış olmalarında da kavrayamamışlardı.
       İran devrimi en açık ve en taze örnekti. Humeyni bir insan avı başlatmış ve yakalanan tüm komuta kademesi idam edilmişti. Gazete arşivleri bunların haberleri ve fotoğrafları ile doludur. Tabii geleneğinde bunların hep bulunduğu Çin deki Mao devrimini bunun dışında tutmuyoruz.
Son İran örneği, ordulara dayanan rejimler tehlikeye girince orduların da tehlikede olduğu refleksini uyandırmış oldu.
     Türkiye’de Yeniçeri katliamından sonra büyük tasfiyeler olmamıştı. AKP rejimine kadar. Türk ordusu AKP rejimi ile ters düşmenin bedelinin ödeneceğini elbette biliyordu. Bu bedeli ödemekten çekinmediler ve rejime bağlı adalete asla güvenilmeyeceğini bile bile kendi iradeleri ile yargı önüne çıktılar.
       Mısır ordusunun yapısını bilmiyorum ama Nasırla başlayıp Sedat ve Mübarekle devam eden Kral Faruk’u devirip yeni bir rejim kurmuş olan bu ordu  en az Türk ordusu kadar, en fazla da Küba ve İran ordusu kadar kökten tasfiye olacağını çok iyi biliyordu. Sanıyor musunuz ki bu durum salt bir Mursi’yi devirme darbesidir. Hayır; bu Mısır ordusunun can derdidir. Üstelik en yeni örnek Türk ordusuna ödetilen bedel karşılarındayken. Birkaç ay daha bekleselerdi hepsi idam mangalarının önüne çıkarılacaklardı. Orduyu harekete geçiren neydi bir arşivlere bakın. Mursi’nin çıkarmaya çalıştığı yasaları bir hatırlayın. Şimdi birileri çıkıp darbe ve sandık edebiyatı yapıyor.
        İşte Türk ordusu ile başka orduların farkı burada. Türk ordusu halkının kanını dökmek yerine bilmem kaç bin yıl mahkûmiyeti göze alarak kanlı bir darbeye yol açabilecek girişimde bulunmamıştır, böyle bir niyeti olduğuna dair de inandırıcı bir kanıt yoktur. Türk halkı bunun bilincinde. TRT nin şarkı ve türkü istek programlarını izleyin hemen hemen %80 istek Türk ordusuna armağan olarak istenmekte.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

MOLOTOF MOLOTOF

                          Molotof Molotof.

           Son günlerde çok sık kullanılan ve çok ta sözü edilen bir fenomendir Molotof. Meydanlar hareketlenince dünyanın her yerinde bir Molotof şenliği başlar. Televizyonlar, politikacılar gazeteler boy boy Molotof haberleriyle çalkalanmaya başlar.
Molotof denince hemen akla gelen şişeye doldurulmuş yanıcı bir madde ve fitilden oluşan ve neredeyse tüm sokak gösterilerinde kullanılan tehlikeli bir silahtır. Bunu zaten Türkiye’de yaşayıp da bilmeyen yoktur neredeyse.
İyi de gerçekten buna neden “bomba, şişeli bomba, fitilli ateş” falan dememişler de Molotof demişler. Sizler adına araştırdım.
Stalin’in Sovyetlerin başında olduğu 1920 1950 yılları arasında Vyaçeslav Molotof Sovyetlerin en güçlü adamlarından biriydi ve dışışleri bakanıydı. Gençlik yıllarımızda radyolardan adını çok sık duyardık duymaya hala devam ediyoruz ama başka bir anlam yükleyerek.
İkinci dünya savaşından sonra Vyaçeslav Molotof, Finlandıya’nın bölünmesini sağlayarak doğusunun demir perdeye katılmasına neden olduğu için büyük bir direnişle karşılanmış.
Bu direniş sırasında Finlilerin icat ettiği yanıcı, yapımı ve kullanımı kolay silah, Rus askerlerine karşı kullanılmış ve Finlilerin Molotof’a duydukları nefreti yansıtması için de adına MOLOTOF demişlerdir.
Molotof bu silaha verilen isimden hiç hoşlanmamıştır. Bu gün Lenin’in Stalinin, Malenkofun, Kosigın’ın, Beria’nın, Brejnevin hatta hatta, Molotof’un siyasi hayatını sonlandıran Kruşçev’in bile adları unutulmaya yüz tutmuşken bu nefretin isimlendirdiği yanıcı madde sayesinde Molotof’un adı belki de sonsuza kadar yaşayacaktır. Ne ironi değil mi?

BİR ŞEYİN DEĞERİ SİZİN BİÇTİĞİNİZ DEĞERDİR


         İnsanların altın fiyatlarına odaklanması dikkatinizi çekmiştir. Sağa sola altın borcu olanlar heyecanla daha ne kadar düşer diye beklerken altını olanlar da heyecanla yükselmesini bekliyor.
        İnsanların değer verdiği şeylerin aslında sanal bir tarafı var. Eğer değer yüklersek değerli, yüklemezsek değersizdir. Hayvanlar bu konuda bizden çok daha gerçekçi. Yiyecek, su ve eş bulmak için savaşırlar. Para, altın, demir, kömür onlara bir şey ifade etmez. İyi de bize neden değer ifade ediyor.
     Ekonomi tarihine şöyle bir göz attığımızda Hollanda’daki Lale çılgınlığı tam trajikomik bir durumdur. Lale borsası öyle değerlenir ki tek bir lale soğanı servet etmektedir. Ancak ne olursa olur ve bir gecede insanlar bu değere sırtını döner ve tüm geleceğini LALE SOĞANINA bağlamış olanlar ellerinde tek kuruş bile değeri kalmamış olan soğanlarla baş başa kalırlar.
        Altın çılgınlığı da öyle. Altın 20. Yüzyılın başına kadar ekonomik değeri sadece para basımında ve ziynet eşyası olarak kullanılan bir madendi. Nispeten diğer metallerden daha az bulunuyor ama kolay elde ediliyordu. Maden damarını buldun mu yıkamak yetiyordu. Tarihte tuzun ve demirin altından daha kıymetli olduğu uzun bir dönem vardır. Hatta 20. Yüzyılın başında bile Alüminyum saflaştırıldığında altından daha değerliydi. Einstein’e yılın bilim adamı ödülü verildiğinde çok anlamlı bir de kupa armağan edilmişti. Bu o gün için paha biçilemeyecek değerdeki bir alüminyum kupaydı.
20. yüzyılın ikinci yarısında bilgisayar teknolojisi doğunca altın ilk defa sanayi maddesi olarak kullanılmaya başlandı. Çok iyi bir iletken oluşu, ışığı geçirecek kadar ince levha haline gelebiliyor olması ve 1 ğr altından 5km uzunluğunda tel çekilebiliyor olması onu elektronik devrelerin yapımında baş tacı etti. Böylece altın ilk kez işlevsel bir değer kazanmış oldu. Antik uzaylı kuramcıları altına değer vermemizin binlerce yıl önce dünyaya inen ve insanları altın çıkarmaya zorlayan uzaylılara borçlu olduğumuzu savunurlar.
        Paranın da bir fare için değeri kemirebileceği bir gıda olması kadar değerlidir. Ama bir insan, kemirdi diye bir fare neslini ortadan kaldıracak kadar değer verir kâğıt paraya. Oysa her gün çöpe attığımız gazeteler, dergiler, ambalajlar da aynı kâğıttan yapıldığı halde hiçbir değer yüklemeyiz. Tuhaf değil mi.
         Nesnelerin bir de arz talep yasasına göre değer kazanıp kaybetmesi söz konusu, malum. Petrolü kullanmak zorundayız(şimdilik) bu yüzden sürekli arzı da talebi de yükseliyor ve değerleniyor. Bir gün Hollandalıların laleye sırt çevirmesi gibi petrole sırt çevirebilirsek seyreyleyin gümbürtüyü.
      Sızan haberlere göre dünyada henüz hiç el değmemiş zengin altın yataklından birkaçı üç ülkede bulunmuş. Bu yataklardaki altınlar üretimi birkaç kat arttıracak seviyedeymiş. Bu ülkelerden ikisi zengin ülkeymiş ve altın yataklarını işletmeyi şimdilik düşünmüyorlarmış. Ama biri ekonomik zorluklarla boğuştuğu için işletmeye kararlıymış. Şimdilik ortak oldukları uluslararası şirketler parasal olarak destekledikleri için düşük kapasite ile üretim yapıyorlarmış.
         Durum onu gösteriyor ki arz talep dengesi altın aleyhine bozulma eğiliminde. Bu yüzden düşüşü önleyecek tedbirler daha ne kadar işe yarar kimse bilemiyormuş.
        Bir yarış başlar da “Altın iyice dibe vurmadan ben de rezervlerimi çıkarayım” diye diğer ülkeler de üretime geçerse kim bilir belki bir gün kapı ve pencerelerimizi artık değersiz bir metal olan altından yaptırabiliriz.
         Bir şeye aslında birileri değer veriyor diye değer verdiğimizi farkeder ve bu yarışa katılmazsak her şey işlevselliği kadar değere sahip olur.
        Askere gitmeme bir ay kala ilk oğlum dünyaya gelmişti. Gitmeden bir hafta önce de sevgili babamı kaybetmiştim. 4 aylık askerlik benim en bunalımlı günlerime denk gelmişti. Kendimi bu daraltılmış ve kısıtlanmış ortamda kaybedebilirdim. Bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Hayatımda hiç sigara içmediğim halde arkadaşlarımın sağa sola attığı alüminyum folyoları topluyor düzeltiyor ve istif ediyordum. Derslerin ve talimlerin dışında geçmek bilmeyen zamanı köşe bucak folyo arayarak hızlandırmaya çalışıyordum.
     Bir süre sonra bu eylemim başkalarının da dikkatini çekti. Neden bunları topladığımı sordular. Uzun uzun dert anlatmak yerine “Çok para ediyor İstanbula görürüp satacağım” yalanını uydurdum. Artık herkes folyo biriktiriyordu. Amansız bir rekabet başlamıştı. Millet neredeyse sigarayı satın alıp içini atacak ve folyosunu paketten daha pahalıya satacağına inanacaktı. Sonunda 4 ay doldu teskere alacağız. Folyo toplayıcılar yanıma gelip nereye kaça satacaklarını sormaya başladılar. Onlara bunu bilmediğimi ve en büyük koleksiyona sahip kişi olarak kendi folyolarımı seve seve onlara bağışlayacağımı söylediğimde yüzlerini görecektiniz. Onlar sırf ben değer veriyorum diye hiçbir değeri olmayan folyoya değer biçmişlerdi. 
Sevgiyle kalın.


22 Temmuz 2013 Pazartesi

FACEBOOK İNCİLERİ

       Bir paylaşımın düşündürdükleri.       Sevgili arkadaşım Mehmet Barut bir yazıyı paylaşmış. Severek okudum. Einstein’le yapılan bir söyleşi olarak sunmuş Facebook’a koyan kişi. Ancak eleştirileri okuduğumda çok daha mutlu oldum.Yazı belli ki birinin ordan burdan derlediği, biraz da kendinden birşeyler kattığı röportaj havasında bir şey. Ama güzel olan, yazıyı okuyanların dikkati ve akıl süzgecinden geçiriş biçimi. Çok mutlu oldum. Zira hemen hepsi benim hem sanal hem de gerçek arkadaşlarım.  Onlarla nasıl gurur duymam.  Bakın neler yazılmış.:·          
·          
·         Ersin Yalçın:  adamın verdigi her cevap, her cümle bir aforizma...
Dün, 19:57 · Beğen · 8
·         https://fbcdn-profile-a.akamaihd.net/hprofile-ak-prn2/s32x32/1076110_615335170_106564272_q.jpg
Önder Cuzdan büyük fizikçi ve filozof Einstein
·         https://fbcdn-profile-a.akamaihd.net/hprofile-ak-ash3/s32x32/624098_100004347785468_1613439719_q.jpg
Yğmr Sonrası eseentially ..yahudilerin akkıllarından oldu bitti korkmusumdurr..şekil a..

Doruk Ayan Sanırım yanlış bir çevirin olan Aptallığın tanımı ya da ben onu deliliğin tanımı olarak biliyordum. Hatırladığın madness ifadei geçiyordu aptallık yerine. Bu arada eğitim tanımı mükemmel olmuş ve bizim eğitim sistemimizin bir eğitim değil yarış sistemi olduğunu anlatmış. Bu ülkede okuldaki derslerde bir şey öğrendiğimi söyleyemem.10 dakikalık tenefüslerde 45 dakikalık derslerden çok şey öğrendim. Geri kalan bilgimi ise merakımdan ve araştırmamdan öğrendim. Bu pylaşım için teşekkürler.

·               Çok güzel sözler fakat ben bu söyleşinin gerçekliğinden şüphe ettim. Birçok yeri fazla özlü söz havasında. Ama en önemlisi Einstein gibi bir fizikçi laf olsun diye bile olsa, "atomu buldum" demez. Atom çok önceleri bulunmuştu. Nükleer reaksiyonların varlığı da önceden biliniyordu. Evet atomun parçalanması bir ilkti, ama Einstein o ekibin sadece bir üyesiydi, tek başına yapmadı.
·         https://fbcdn-profile-a.akamaihd.net/hprofile-ak-ash4/s32x32/202997_100000304869690_149340552_q.jpg
TC Devrim Dağlı Bilinsiz ve eğitimsiz toplumlar daima yenilmeye mahkumdur.
·         https://fbcdn-profile-a.akamaihd.net/hprofile-ak-prn1/s32x32/161421_625007768_1082685060_q.jpg
Çapulcu Ercan Ergül büyük üstat
·         https://fbcdn-profile-a.akamaihd.net/hprofile-ak-ash4/c14.0.47.47/s32x32/252231_1002029915278_1941483569_t.jpg
Murat Ard Ozgur Caglar hakli, 1-atomu bulan biri yok, olsa da adi Einstein degil 2- Einstein ben sunu buldum bunu buldum diyecek hamlıkta biri de değil. bu yazdaki başka şeylerde sanki yakıştırma gibi duruyor, ya da kafaya göre tercüme. Ayrıca iyi bir fizikçi veya kimyacıdan hayat üzerine öğütler almak ne anlama geliyor? allah muhfaza nobel odullu buyuk kimyaci Fritz Haber den öğüt dinlemeye kalksak dünya da insan kalmazdı, melun birdir velakin büyük bir kimyacidir. ozet: unlu kislerden fazla ogut dinlemek de pek iyi bir isaret degil. bir iki afaorizma ila kendi goruslerinizi destekleyin olsun bitsin. ne bu einstein boyle dedi einstein soyle dedi- oteki de kalkar mustafa kemal boyle dedi muhammed soyle dedi, apo boyle buyurdu der-kafamiz davula dondu.
·         https://fbcdn-profile-a.akamaihd.net/hprofile-ak-prn2/s32x32/203215_100000729814955_2144590264_q.jpg
Arif Yurdakul bu bilim adamı şu zamanda ülkemizde yaşasaydı..sen atomu buldun savaşların sebebi de sensin diye içeri atarlardı.....ya da bilim adamı yan gelip yatmak değildir derlerdi. senin üstüne imam hatipli bir dekan atarlardı .. iyi ki yoksun :))
       Gerçekten de Atom (bölünemez) anlamında İ:Ö 5. Yüzyılda kelime olarak kullanılmış, 1900 yılında maddenin atomlardan oluştuğu kesinleşmiş ve sırasıyla Lord Kelvin, Loseph John Thompson, japon fizikçi  Hantaro Nagoka, Ernst  Rutherford, Tarafından modeller önerilmiş olsa da çözümü üreten Niels Bohr olmuşdur.  Einstein kütlenin enerjiye dönüşeceğini ve bunun formülünün de e=mc2  olduğunu ileri sürmüştü.
      Radyumun enerji yaydığını yani bir anlamda atomun parçalandığını madam Curi bulmuştur. İlk atom bombasının yapımında Manhattan projesinin başında Openhaimer vardı ve gerçekten de Einstein sadece bir bilim adamıydı. Sonradan bunun bomba olarak kullanılmaması için kaleme alınan ve ABD başkanına sunulan mektupta da imzası vardır. Ancak o kadar ünlü idi ki ona kimse dokunamadı. Openhaimer vatana ihanetle yargılandı. Bunları ansiklopedi karıştırarak buldum ve yazdım. Yukardaki yazıyı daha okur okumaz yanlışları hemen görüveren bu arkadaşlarımı nasıl kutlamam ki.
      Yazının elbette ki güncel ve çok isabetli tarafları var. Altına ben de imzamı atarım ama “Bunarı gerçekten ben söyledim” diyerek Einstain imzalar mı dersiniz.