27 Mayıs 2013 Pazartesi

ÇOK SESLİ KORO

Kısa bir süre önce çok sesli müzikle tanıştım. İyi ki de tanışmışım. Aslına bakarsanız dinleyici olarak tanışmam çok uzun yıllara dayanıyor. Gerçek tanışma meğer o müziği söylemeye çalışmakla oluyormuş.
Yılardır Türk müziği ile uğraşır çok da zevk alırım. Bir virtüöz hiçbir zaman olamadıysam da pek çok profesyonelle birlikte çalıp söylemişliğim de var. Arşivimde binlerce Türk müziği parçasının notası var ama ağırlıklı olarak Kaset, CD ve uzunçalar arşivimde  klasik batı müziğinin kayıtları var.
Bu ikili ruh halime rağmen hiçbir zaman aradaki farkın ne olduğunu düşünmeyi akıl edememiştim. Bir gün kader bizi Agâh Eroğlu ve Aysun Yılmaz’la, marka olarak da İSEV ile tanıştırmış olmasaydı belki de hiç düşünmeyecektim. Zaman zaman fanatik arkadaşlarım müziğimizin ne kadar üstün özellikleri olduğunu tartışmaya açarlar. Ben hiç bu tartışmalara girmeme erdemini gösterecek kadar da arafta bir kişi olduğumdan fikir ileri sürmemiştim. Sadece bazen “İyi de batı müziğini Türk müziği ile karşılaştıracak kadar incelediniz mi?” diye sorduğum olmuştur. Ama insan fanatik olunca insanların yarattığı farklı kültürleri görmezden gelip kendi bildiğini en güzel ve en zor olarak görmeye devam eder. Birçok savaş bile bu tek yanlı fanatiklikten çıkmıyor mu?
İSEV de çalışmalara başladığımızda yavaş yavaş bu işin işçiliğinin ne kadar zor olduğunu gördüm. Hemen her şarkı dört farklı sese ayrı ayrı bestelenmiş ve her grup aynı şarkıyı diğer gruplardan farklı ses dizisi ile söylüyor. Sen söylerken diğer grupların etkisinde kalmadan kendi besteni söylüyor olacaksın. Diğerleri de senin ve diğer grupların etkisinde kalmayacak. Ortak olan tek şey ritim. Vay canına amma da zor şeymiş. Bir bakıyorum sopranolarla söylüyorum bir bakıyorum baslar veya altolarla. Söyleyemediğim sadece kendi dizgilerim. Bir de nota biliyorum sözüm ona.
Neyse her şeyin ilkleri en zordur. En fazla zamanımızı alan ilk ve en basit şarkılardı inanır mısınız? Sonunda nerdeyse iki ayda dört beş şarkılık bir mini konser, sonra 7 ayda bir midi konser ve sonunda da gerçek bir konser. Ama siz gelin de bana sorun.
Sonra karar verdim. Artık iki müziği karşılaştıracak kıvama gelmiş sayabilirim kendimi. Burada yazdıklarımı ne bir yerde okudum ne de başkasının yorumu olarak aktarıyorum. Sadece ve sadece kendi yorumum. Tek sesli müzik resim ise, çok sesli müzik heykel. Nasıl mı? Türk müziğinde tüm koro ve tüm sazlar aynı notaları çalar ve söyler. Tüm güzelliğiyle iki boyutlu muhteşem bir tablo gibi.
 Çok sesli müziğin üç boyutu olan ve insanda uzayda bir şeyleri izliyormuşsunuz hissi veren bir tarafı var. Kulağınız kâh bir gruba kâh diğerine yöneliyor. Heykelin bazen önünü, bazen yanını, bazen da arkasını görebilmek gibi. Ayrıca tabiatla daha uyumlu. Aynı anda kuş sesini de duyabilirsiniz rüzgarın homurtusunu da. Bir Pazar yerinde aynı anda birçok pazarcının avazesini duyarsınız da birde Ayşe teyzenin pazarcıyı azarlaması karışır ya aynen öyle.
Türk müziğini, daha ziyade sessizce kürsüdeki konuşmacıyı dinleyen ve hiçbir şeyi kaçırmamak için tüm dikkatini onun ağzından çıkanlara vermiş, elit ve yalıtılmış bir ortama benzetiyorum.

Resim mi daha iyi, heykel mi diye sorulabilir mi? İkisi ayrı sanat dalı. Müzikler de öyle. Her birinin farklı özelliği ve farklı mantığı var. Kim neyi isterse onu sevmekte de serbest ama tartışması asla doğru değil.

23 Mayıs 2013 Perşembe

TOHUMLA GELEN DEHŞET (3)

Hibrit tohum ve gerçekler.
Önceki yazılarımda tohum ve hibritleme konularını işlemiştim. Başlığa baktığınızda "bunun neresi dehşet" diye düşündüğünüzü görür gibiyim. Bazı dehşetlerin belki de hiçbir zaman farkında olamayabiliriz. Yaşadıklarımızın neden ve nasılını bilmeyince de cevabımız hazır olabilir “Takdir-i ilahi”. Hayır başımıza gelen hiçbir kötülük yüce Allahın takdiri değildir. Kendi bilgisizliğimiz veya vurdumduymazlığımızdır. İşin felsefi tarafını bir yana bırakıp 2. Yazımızın bittiği yerden devam edelim.
ABD de 1960 lı yıllarda HİBRİT tohumla harikalar yaratılıyor ve Mohave çölünde bile 1 metre uzunluğunda salatalık yetiştirildiği ballandırılarak anlatılıyordu. Hemen her üründe üretim patlaması vardı ve ABD tüketimi bu üretimi eritemedi. Yüzbinlerce çifçi iflasın eşiğindeydi. Tabii o oranda da hibrit tohum üreticisi.
Hükümet duruma el koydu. Önce iflas eşiğindeki çifçilerin ürünlerini satın aldı. Depolayabildiklerini silolara yüklediler, depolayamadıklarını üretildikleri tarlalara gömdürdüler. Ardından da yeni düzenlemelerle bazı sınırlamalar getirdiler. Şimdi sıra ürün fazlasını ve hibrit tohumları değerlendirmeye gelmişti.
Birleşmiş milletlere “Avrupa Kalkınma Planı” adı altında bir plan sundular. Bu planda Dünyada 1 milyar aç insan olduğunu ve bir “Yaşil Devrim” gerektiğine ikna ettiler. ABD silolarındaki ürün fazlasını (tahıl) hibe ederek “Koruyucu baba” rolünü oynadılar. Ardından da bu ülkelerin kendi kendilerine yeter duruma getirilmelerini ve bunun için de “yüksek verimli Hibrit tohum” kullanılmasını önerdiler.
Nüfuslarını beslemede zorlanan Pakistan ve Hindistan ilk kurbanlar olarak seçildiler. Önce bedava hibrit tohumlar verildi. “Takdir-i ilahi” ye bakın ki bu ülkeler ilk yıllarda çok mutlu oldular. Ancak 1980 li yıllara gelindiğinde bu iki ülke ve bu kervana katılan Türkiye dahil pek çok ülke bu beladan nasıl kurtulacağız diye düşünmeye başladı.
Hibrit tohumla yapılan tarım, mevsimsel yağışlarla yetinen yerli türlere göre çok daha fazla suya ihtiyaç duyuyordu. Bunun için barajlar gerekiyordu yaptılar, bu ürünler doğaya karşı korumasızdılar, tarımsal ilaçlara gereksinim duyuyorlardı. İlaç satın alınıp kullanıldı. Toprağı inanılmaz derecede sömürüyordu. Suni gübre kullanılmazsa yıllarca topraktan verim alınamıyordu. Suni gübre ithalatı ve fabrikaları devreye girdi. İşin en önemli tarafı da tohuma olan bağımlılık asla kırılamayacak bir mecraya girmişti. Her yıl yerli ürünlerin %20 kadarı yalancı tozlaşma nedeniyle de yerli ırklar yozlaşıyordu.
Bunların sonucu olarak sadece Türkiye’de kişi başına düşen su rezervi 8500 M3 den 1461 m3 e gerilemiştir.
Göllerin tamamı sularının büyük bölümünü kaybetmiş. Buna karşılık da topraklarımız aşırı sulama nedeniyle çoraklaşmıştır. Akarsular dizginlenip devasa baraj göllerinin oluşması verimli ovaların bu göl suları altında kalmasına hem de ekolojinin değişmesine neden olmuştur.
Buna bir de kullanılan gübre ve tarımsal ilaçların suları kirletmesini eklersek durumun vahameti daha iyi anlaşılır.
İŞİN EN KÖTÜSÜ BU BAĞIMLILIĞIN ASLA KIRILAMAYACAK NOKTAYA GELMEK ÜZERE OLUŞUDUR. BU NOKTADAN SONRA KALELERİN KUŞATILMASI TAMAMLANMIŞ VE İŞİ AÇLIĞIN VE SUSUZLUĞUN BİTİRMESİNİ BEKLEMEKTEN BAŞKA TEK MERMİ ATILMASINA GEREK KALMAMIŞTIR. İşte Gazze. Yakında tüm az gelişmiş ülkeler birer Gazze olma yolunda. Bundan daha büyük dehşet olabilir mi ve bu dehşet canlıların temel ihtiyacı olan TOHUM dan gelmektedir.

Bir de ilk yazımda yazdığım kanunların çıkarılması ile bu kuşatmaya içerden destek verenlerin varlığı ve çabaları DEHŞETİN DEHŞETİDİR.

21 Mayıs 2013 Salı

TOHUMLA GELEN DEHŞET (2)


HİBRİT (Melez) tohum
Bir önceki yazımızda okuduklarımızı çok basite indirgeyerek teknik olarak ele alacak olursak bazı yanlış bilinen şeylere de yine aynı basitlikle açıklık getirebiliriz.
Tohumlu bitkilerde erkek ve dişi organlar vardır. Bu organlar türlere göre değişiklik gösterir. Bunları üç gurupra toplayabiliriz.
1- Erkek bitkiler, dişi bitkiler. Bunlar ayrı ayrı fertlerdir.
2- Aynı bitki üzerinde bulunan erkek çiçekler ve dişi çiçekler.
3- Aynı çiçek üzerinde bulunan erkek ve dişi organlar.
1-Birincisinde erkek fert ile dişi fert ayrı ayrı bireylerdir ve dişi fertteki çiçeğin döllenebilmesi için erkek bitki polenlerinin (çiçek tozu) bir aracı ile dişi çiçeğe taşınması gerekir. Bu taşıma işi rüzgar, su veya böceklerle olur. (başta arılar olmak üzere sinekler,  kuşlar ve çok az da memeliler tarafından)
Meyveyi döllenmiş çiçekleri olan dişi fertler üretir. Ve her meyvenin ortasında bir tohum ve onun içinde de bir hayat saklıdır. Bu tohumların besleyici oluşu hemen her tür canlının ilgisini çeker, bakterilerin, böceklerin ve memelilerin otobur olanlarının. Bu yüzden soyun devamını sağlamak açısından çok ama çok fazla üretilmelidir.
Bütün eşeyli (erkek-dişi) üremelerde bir kural vardır. Kromozom sayılarının eşit olma kuralı. Buna “Ya hep ya hiç yasası “denir. Yani bir dişi organ farklı kromozom sayısı olan başka bir polenle tozlaşırsa meyve oluşmaz. Bunu şöyle bir benzetme ile açıklayabiliriz. Yılda bir defa bir istasyona iki karşılıklı hattan iki tren girmeli ve bunların ikisi de tam olgun olmalı, aynı sayıda vagonu ve her vagonun da aynı sayıda penceresi bulunmalıdır. Bu karşılıklı durulan birkaç dakikada her pencereden birer elma atılarak karşıdaki(dişi) katarın her vagonundaki her pencereye bir tanesi isabet ettirilmelidir. Aksi halde tren kalkacak ve döllenme gerçekleşmemiş olacaktır.
Tabiat bunu inanılmaz sayıda treni bir garda buluşturarak yaratılan karmaşada çok sayıda gerçek döllenmenin gerçekleşmesini sağlar. (Buradaki elma kromozom anlamında kullanılmıştır.)
Milyonlarca yıl içinde türler aynı zaman diliminde olgunlaşarak döllenme kabiliyeti kazanmışlardır. Döllenme mevsiminde o kadar çok polen üretilir ki şaşar kalırsınız. Bahar aylarında bir kavak veya söğüt ormanına giderseniz yerlerin, ağaç gövdelerinin, yaprakların sapsarı polenlerle boyandığını görebilirsiniz hatta bu sırada bir erkek çiçek patlamış ve polenlerini savurmuşsa üstünüz başınız sapsarı polene bulanır. (kavak ve söğüt bu tür üremeye örnek olacak ağaç türlerinden sadece ikisidir.
2-İkincisi de birinciye çok benzer. Fark, erkek ve dişi organların aynı birey üzerinde ve farklı dallarda oluşudur. Böyle türlerin döllenmesi daha garantili olmakla birlikte gen havuzu daha kısıtlıdır. Döllenme yine aynı taşıyıcılar sayesinde gerçekleşir. Çam türleri bu tür bitkilere örnektir.
3-Üçüncüsü erkek ve dişi organların aynı çiçekte bulunmasıdır. Bu bildiğimiz en güzel ve en renkli çiçeklerin neredeyse tamamında böyledir. Döllenme daha garantili olmakla beraber erkek ve dişi organların aynı ortamda bulunması bir nevi akraba evliliğinin sakıncaları gibi sakıncalar yaratır. Çiçekler kendi polenleri yerine başka bir çiçeğin polenleri ile döllenmeyi, kendi polenlerinin de başka bir çiçeği döllemesini tercih eder. Bunun için bu çiçekler polenlerinin başka çiçeklere ulaşması ve gen havuzunun büyümesi için taktikler geliştirmişlerdir. Bunların her biri bir yazı konusu olabileceği için bu kadarla geçiştirmek daha uygun düşer.
Tabiatın bahşettiği olanaklarla üreyen veya üretilen bitkiler hem kolonilerini güçlendirip nesillerini garantiye alırlar hem de evrimlerini yavaş fakat sürekli kılarlar. Bu evrime diğer canlılar da ayak uydurarak beslenme sistemlerini senkronize etmişlerdir. Hani bir deyim vardır ya “Kışın kış sebzeleri, yazın yaz sebzeleri yenmelidir” işte en temel ve sağlıklı gerçek budur.
İnsanlık tarım toplumuna geçiş yapınca tabiatın döngülerinin sırlarını kavramış ve ekim, dikim ve hasat zamanlarını takvimine işlemiştir. Zaman zaman da daha iyi fertlerin tohumlarını ayırarak iyi nesilleri geliştirmeyi, tesadüfleri kontrol altına almayı başarmıştır. Bu durum yüzbinlerce yıl sürmüş ve nihayet 1960 yılna gelinmiştir.
 1960 lı yıllarda Amerikalı bilim adamları HİBRİT (melez) tohum üretmeyi başardılar. Aslında bu çok zor bir olay değildi. İyi vasıflı erkek fertlerden alınan polenlerin yine iyi vasıflı dişilere kontrollü ve suni olarak aktarılması ile gerçekleştiriliyordu. Yüzbinlerce melezleme denemesi yapılıyor ve her birinin kaydı titizlikle tutuluyor ve titizlikle saklanıyordu. Binlerce çaprazlamanın sadece birkaçı çok iyi vasıflı ürün veriyordu. Hemen bunların patenti alınıyor ama sırlar ölümüne bir gizlilikle korunuyordu. İşte bu yıllarda Hibrit tohumlarla yapılan üretimlerle ABD öyle bir ürün patlaması yaşadı ki. Tüketimin kat be kat üstüne çıkılmış fiyatlar taban yapmıştı. Bu tam bir tarımsal krizdi. Bu duruma dünya çapında bir çözüm bulunmalıydı. Bulundu da.
Devamı gelecek yazıda.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

vuralınyeri: TOHUMLA GELEN DEHŞET (1)

vuralınyeri: TOHUMLA GELEN DEHŞET (1): Bu bir yazı dizisinin ilkidir. Uzun yazıp sizleri sıkmak yerine birer sayfa yazarak konuyu daha iyi ele almayı düşündüm. 2004 yılında...

19 Mayıs 2013 Pazar

TOHUMLA GELEN DEHŞET (1)



Bu bir yazı dizisinin ilkidir. Uzun yazıp sizleri sıkmak yerine birer sayfa yazarak konuyu daha iyi ele almayı düşündüm.
2004 yılında bir kanun çıkar, 5042 sayılı “Yeni Bitki çeşitlerine ait Islahatçı haklarının korunmasına ilişkin kanun” kanun oldukça uzun ve hukuki terimlerle dolu. Ama özeti şu. Yerli şahıs ve kurumlarla anlaşmalı ülkelerin kişi ve şirketlerine bitki ıslahı hakkı verilmesi ve bu hakların güvence altına alınmasını öngörüyor.
2006 yılında çıkarılan 5553 sayılı yasada ise özetle Tarım Bakanlığından sertifika almamış tohumların üretimine ve pazarlanmasına cezai hükümler gerektirir. Ayrıca sertifikası olmayan tohumlardan elde edilen ürünlerin de satılamayacağı hükmü getiriliyor ve Türkiye’de yatırım yapan yabancı sermayeye de büyük ve garantili bir pazar açılıyor.
Düşünebiliyor musunuz? Buğday ekerdiniz eskiden ve bunun bir kısmını tohumluk olarak, bir kısmını kendi yiyeceğiniz için ayırır, gerisini satardınız. Şimdi bu yasaya göre bunu yapamayacaksınız. Mesela komşunuzla tohumluk takası yapamayacaksınız. Zira verdiğiniz ve aldığınız tohumluk sertifikalı değil. Ürünü satamayacaksınız zira elde ettiğiniz ürünün tohumunun sertifikası yok. Sertifika alamayacaksınız çünkü bakanlıktan tohum ıslahatçısı olarak sertifika almanız mümkün değil.
Yani sertifika almış tohumculuk şirketlerine hem de her yıl mecbursunuz. Binlerce yıldır insanlar sertifikasız buğday, arpa, yulaf, ayçiçeği, mısır, karpuz, kavun, domates, biber, salatalık….. üretiyordu da neden şimdi buna ihtiyaç oldu. Bundan sonraki yazımda bunun hikâyesini nakledeceğim.
Peki kim bu sertifikalı tohum üreten şirketler? Başta ABD ve İsrail olmak üzere yabancı şirketler ve onların Türkiye temsilcileri.
Bu yasalarla ne yapılmak isteniyor. Bu yasada “Daha kaliteli ürün yetiştirmek falan gibi amaçlarla yapıldığı” yazılıyor. Oysa işin gerçeği bu şirketlere pazar açmak ve kazançlarını garanti etmek.
Şimdi ne oluyor biliyor musunuz? Bu zorlukları göğüsleyemeyen çifçi tarlasını ekmekten vazgeçip devletin verdiği dönüm başına cüzi bir parayı almakla yetiniyor. Bu boşluk da ithal edilen ürünle dolduruluyor. Tıpkı petrole, doğalgaza bağımlı olduğumuz gibi buğdaya ve diğer ürünlere de neredeyse kesin bağımlı hale geldiğimizin farkında bile değiliz. Ekmeğimizin üzerinde buğdayın, yemeğimizdeki sebzenin nereden geldiği hangi ülkenin tohumuyla yetiştirildiği yazmıyor ki.
Bundan sonraki yazımda HİBRİT (melez) tohumdan bahsedeceğim.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

DÜNÜRÜM EYÜP TOPÇU'YU KAYBETTİK


Eyüp Bey’in benim, benim de Eyüp beyin varlığından, dünyada olduğundan haberimiz bile yoktu. İnsanlar öyledir. Aynı dünyada, aynı kentte, hatta aynı apartmanda otururlar da birbirlerinin varlığından haberdar olmazlar. Modern insan yaşamı böyle.
Biz Eyüp Bey’le ne aynı kentte oturuyorduk ne de aynı mahallede. Bir gün Oğlumun bize tanıştırmak için getirdiği Eylem olmasa Eyüp Bey’in varlığından belki de hiçbir zaman haberimiz olmayacaktı.
İlk kez karşılaşmamız çocuklarımızın evlenme kararını resmiyete koymak için yaptığımız ziyaretle gerçekleşti.
Gerçek bir entelektüel gerçek bir sanatçıydı. Güncel konulara bakışı, analizleri ve fikirleri ne derecede aynı kulvarlarda olduğumuzu ortaya koymuştu.
Öğretmenlikten emekliydi ve daha da önemlisi bir sanat dalının uzmanı oluşuydu. Resim sanatının.
4 yıldan fazla sürdü dostluğumuz ve dünürlüğümüz. Çok daha fazla sürmesini dilerdim ama o bunu sürdüremedi.
Eyüp Bey, hemen her birlikteliğimizde yepyeni bir özelliğine şahit olduğum ender insanlardan biriydi. İnsanlarla inanılmaz sıcak ilişkiler kuruyor. Benim önünden hiç fark etmeden geçtiğim yerlere ilgi duyuyor ve girip oradaki insanlarla dostluklar tesis ediyor kalıcı ilişkiler kurabiliyordu.
İnce zevkini yansıtan özenle seçilmiş paha biçilmez antikalar biriktiriyor ve bunları evinde normal ihtiyaçlar için kullanmaktan da kaçınmıyordu. 
Kadıköy’deki neredeyse tüm antikacılarla tanışıyordu. Antikacı dükkânlarını bilirsiniz. Genelde genişlemiş boş zamanların içinde yaşayan, dostluğa ve sohbete yatkın insanlar olur. Her insanla konuşacak şeyi olan Eyüp Bey onlar için bulunmaz bir dosttu. Özellikle de bedava bir sanat danışmanı oluşu onun dostluğunu ve ziyaretlerini kıymetli kılıyordu. Birkaç defa birlikte uğradığımız bu antikacıların hep gösterecek bir tablosu veya değerlendirmesini istedikleri objelerinin olduğunu görmüştüm.
Bu dostluklar onun özenle seçip biriktirdiği antikaları daha kolay satın almasında işe yarıyordu. Eyüp Bey onlar için hem bir dost, hem bir exper, hem de bir müşteriydi. O danışmanlıktan para almazdı ama dostlarından daima parasını ödeyerek birşeyler alırdı.
Onun sabrına ve olaylar karşısında itidalini hiçbir zaman kaybetmemesine şaşar kalırdım. 30 Nisan 2012 günü Cerrahpaşa’da ameliyat olduğunda doktorların bize verdiği acı haberi hiç kimse ona bildirme sorumluluğunu üstüne almak istememişti. Ama o durumu hemen anlamıştı. Ameliyata girerken 6 ila 9 saat süreceği söylenmişti. Ama 1,5 saat sonra çıkması onun her şeyi anlamasına neden olmuştu. Sadece saati sormuş ve “anladım” demekle yetinmişti. Bir pankreas ameliyatı olarak öngörülen operasyon yapılacak bir şeyin kalmamış olması sonucuyla noktalanmış ve yara kapatılmıştı.
Onkolojiyle olan temaslarda da durum yüzüne karşı söylendiğinde en ufak bir panik ve ruhsal çöküntü göstermemişti.
Torunumuz onun en büyük yaşam kaynağıydı. Onun tüm ele avuca sığmazlığına ayak uydurmaya çalışıyor, adeta yepyeni bir hayatı yeniden yaşıyordu.
2011 yılı içinde birkaç defa Sapanca ve çevresinde almayı çok istediği bir küçük fıçıyı çok aramıştık. Bulamayınca yılmaz ısrarcılığı ile bu defa da istediğini yapabilecek bir marangoz aramaya başlamıştı. Ne yazık ki onu da bulamamıştı. 2012 yılbaşını çocuklarımızın yazlığında geçirmeye karar verdiğimizde ona ne yapıp edip bir küçük fıçı hediye etmek istemiştim. Tüm gayretlerim sonuçsuz kaldı. Tek adres vardı Bolu’daki turistik eşya satıcıları.  Yılbaşı arefesinde Bolu’ya kadar gitmeyi trafik nedeniyle göze alamamıştım. Şimdi o kadar pişmanım ki.
Eyüp Bey doktorların tahmininin neredeyse üç katı kadar bir zamanı yani tam bir yılı ümitleriyle, tasarılarıyla ve hobileri ile çevresindeki insanları hayrete düşürerek ve hayranlığını kazanarak yaşadı. Son birkaç haftaya kadar ayağındaki müthiş ağrıya rağmen dostlarını ziyaret ederek, gezilere çıkarak geçirdi.
Onu toprağa verdiğimiz gün evde üzerinde çalışıp neredeyse tamamlamış olduğu “kır evi maketini” görünce bir kez daha ne kadar saygı duyduğumu kavramış oldum. Bu onun hastalığını öğrendikten sonra memleketi Sinop'ta yaptırmayı tasarladığı evin maketiydi. "Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşa" emrine olan inanç bu olsa gerekti.
Son günlerinde birkaç defa adını andığı küçük yaşta kaybettiği kızı “Eriş” i rüyasında gördüğünü söylemiş. Tanrı inşallah cennetinde küçük kızı ve kaybettiği diğer yakınları ile buluşturur. Eyüp Bey seni hiç unutmayacağız. Nur içinde yat.




4 Mayıs 2013 Cumartesi

DÜNYANIN ÇEVRESİ 2300 YIL ÖNCE ÖLÇÜLDÜ


İsa’nın doğumuna 300 yıl varken. Yani günümüzden 2300 yıl önce İskenderiye’de Eratostenes yaşamaktaydı. İskenderiye Kütüphanesinin yöneticiliğini de yapmış bir felsefeci ve bilim adamıydı. Devrinin basmakalıp bilgilerini savunan bilim adamlarına karşı çıktığı için de hiç sevilmez, ama o insan aklının gereğini yapmak uğruna sevilmemeyi göze almaktan çekinmemekteydir.
Bir gün kütüphanedeki bir el yazmasında 21 Haziran günlerinde Cyene kentinde kuyuların dibine tam öğle saatinde güneş ışığının düştüğünü ve yere dikilen bir çubuğun aynı saatte hiç gölge vermediğini okur. (Cyene kenti bu günkü Nil üzerindeki Asvan barajının biraz güneyinde ve tam olarak Yengeç Dönencesinin üzerindeydi)
Bu durum çok ilgisini çeker, zira İskenderiye’de 21 Haziran günü bu durum gerçekleşmemektedir.
Bir adam kiralar ve ona bir eşi kendisinde olan bir çubuk verir 21 Haziran günü Cyene’de bu çubuğu öğle saatinde yere dikmesini ve varsa çubuğun gölgesini ölçmesini sonra da Cyene ile İskenderiye’ ye kadar olan mesafeyi ölçmesini ister. Aylar sonra tuttuğu adam gelir ve İskenderiye ile Cyene arsının 800 km olduğunu ve 21 Haziran günü Cyene’de çubuğun gölge vermediğini söyler. Oysa İskenderiye’de aynı gün takriben 7 derecelik bir açı yaptığını ölçmüştür.
Bu durumun ancak dünyanın yuvarlak olması ile mümkün olabileceğini düşünür. İskenderiye’deki çubukla Cyene’deki çubuğun dünyanın merkezine uzatılabilmesi halinde kesişmesi gerektiğini hesaplar. 360 derecelik bir kürenin 7 ye bölünmesi ile yaklaşık 50 sayısını bulur. 800 kilometrede 7 derece gidiliyorsa dünyanın çevresinin 50x800= 40.000 km olması gerektiğini hesaplar.  
Bu gün son derece hassas aletlerle yapılan ölçümler Dünyanın Ekvator çapının 40.075 km olduğunu gösteriyor. Basit iki çubuk ve 800 km yi ölçebilecek bir adamın emeği ile Eratostenes’in aklı sayesinde neredeyse kesin denecek bir doğrulukta bundan 2300 yıl önce çözümlenmiş bir problem.
Bundan önce yazdığım bloglarımda (vuralınyeri) piramitlerin öyle gizemli yapılar olmadığını, nasıl kusursuz doğrultuda yerleştirildiğine değinmiştim. Takipçilerimden birçoğu bunu hazmetmekte zorluk çektiklerini e posta ile bildirmişlerdi.
Bu olayla da başka bir basit buluş, ama ne kadar yararlı bir buluş olduğunu belirtmek istedim. 
Aynı yöntemle günümüzde ABD üniversitelerinden birinde  39.800km 19 Mayıs Üniversitesi ise 40.385 km olarak hesaplamışlardır. Biri 200km diğeri 310km hatalıdır. Bu da şunu gösteriyor eşit şartlarda yarışsaydık 2300 yıl sonra sınıfta kalmıştık.
Söylemekten hiç yorulmayacağım. İnsan aklı her çağda olağanüstü başarılar göstermiştir ve saygıyı hak etmektedir. Eskileri hor görmek, uzaylılara şuna buna bağlamak kendi soyumuza yapılacak en büyük saygısızlıktır.
Not: Bu durum Oğlak dönencesinde 21 Aralıkta gerçekleşir. İki dönencesi arasında ikişer defa ekvatorda ise 21 Mart ve 22 Eylül günlerinde öğle saatinde dik duran çubukların gölgesi olmaz.